Avukatlık mesleği Türkiye’de bir kez daha ve bu kez daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir saldırı altında.
Dünya genelinde burjuva demokrasisinin haleleri gittikçe sönerken, onunla paralel biçimde burjuvazi -Komünist Manifesto’da tarif edildiği gibi- birçok meslek gibi avukatlık mesleğinin üstündeki kutsallık örtüsünü de her gün biraz daha kaldırıp atıyor, hukukçuları da ücretli işçileri konumuna getiriyor.
Bunun sonucu olarak; hukuk sistemindeki çatışma bugün egemen sınıfla halk arasındaki çatışmada dalganın kırıldığı yeri oluşturuyor ve çelişkilerin en çok açığa çıktığı nokta olarak karşımızda duruyor.
Elbette bütün dünyada gerçekleşmekte olan bir savaştan söz ediyoruz ancak bu çatışmanın en kızgın noktalarından birinin Türkiye olduğu da bir gerçek. Bugün avukatları ve onların meslek örgütleri olan baroları, onların temsil ettiği -yargının üç temel unsurundan biri olan- savunma makamını hedef alan saldırı bunun en açık göstergesi.
İktidarın tamamen ele geçirmeye çalıştığı hukuk sisteminde formel yani biçimsel adaletin son bağımsız kalesi olan baroların bölünerek güçsüzleştirilmesini öngören yasa tasarısına karşı, ülkenin dört bir yanından barolar 22 Haziran’da başkent Ankara’ya doğru yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş polis barikatları ve gazlı saldırısıyla karşılaştı. Polis, “savunma yürüyor” sloganıyla yürüyen bütün avukatları, baro başkanları dahil, sıfatlarına ve konumlarına bakmaksızın darp etti, itip kaktı. Bu durum, polisin AKP faşizminin estirdiği rüzgarı arkasına alarak kendisini hukukun üstünde gördüğünün alenen ilanıydı. Bu koşullarda artık hukukun yalnızca bir yalandan, egemenler açısından acıktıklarında yedikleri “helvadan bir put”tan başka bir şey olmadığı da bir kez daha ve çok daha açık şekilde görüldü.
Talimatla görev yapan savcılar, ne hüküm vereceğini gazeteden öğrenen hakimler, delile ihtiyaç duymayan davalar, günlük aktiviteleri suç gösteren iddianameler, kolluk güçleri tarafından üretilmiş gizli tanıklar ile adalet ‘hukuk devleti’nde içten çürürken, bunun dışında kalan son bağımsız unsur olan avukatlık mesleği ve örgütlenmeleri de hem hapis ve işkence tehdidi ile hem de bugünkü yasa tasarısı ile ele geçirilmeye çalışılıyor.
Bu noktaya nasıl geldik? ‘Hukuk sistemi’ nedir, hangi unsurlardan oluşur, nasıl işler, siyasetle ilişkisi nedir ve bu ilişkiler nasıl kurumsallaşmıştır? Yayınladığımız bu metin tam da bu soruları cevaplıyor. 2013’te hukuksuz bir operasyon sonrasında tutuklanan halkın avukatlarının sanık sandalyesini adeta ezilenlerin kürsüsü haline getirdikleri duruşmalarda yaptıkları savunmalardan oluşan ve 2015’te kitaplaştırılan bu metin, bir edebi eser niteliği taşımakla beraber, iktidarın hukuk üstündeki tahakkümünün tarihini inceleyip geleceğini öngörüyor.
Yaptıkları bu savunma sonrasında, 2013 Haziran ayaklanmasının güçlendirdiği toplumsal direniş ruhunun da etkisiyle özgürlüklerine kavuşan halkın avukatları, bugün yine hapishanelerde tutsaklar.
2017 Eylül ayında başlayan operasyonlarla tutuklanan 18 avukat, bir yıl sonra çıktıkları ilk duruşmada, 14 Eylül 2018’de tahliye edildiler.
Sabaha karşı serbest bırakılan avukatlardan 12’si hakkında, tahliye edilmelerinin üzerinden henüz 10 saat geçmişken, yapılan yoğun ve aleni baskılar sonucu aynı mahkeme heyeti tarafından tekrar tutuklama kararı verildi. 6 avukat aynı gün tekrar tutuklandı.
Halkın avukatları hakkında önce tahliye kararı verip daha sonra baskıyla tekrar tutuklama kararı veren heyet, AKP iktidarının açıkça düşman ilan ettiği halkın avukatlarını tahliye etmek gibi büyük bir hatanın bedelini, sadece iki gün sonra daha alt dereceli başka mahkemelere sürgün edilerek ödediler. Yani tenzili rütbe ile (rütbeleri düşürülerek) cezalandırıldılar.
Bu karar değişikliğinin gerekçesi açıklanmadan, yeni bir delil içermeyen davalarda avukatlara toplam 159 yıl ceza verildi.
Tutsak avukatlardan Aytaç Ünsal ve Ebru Timtik, işte tam bu sebeplerden dolayı ölüm orucu direnişine başladılar ve şu anda 170. ve 200. günlerindeler. Aynı hukuksuzluklarla tutsak edilen Didem Akman ve Özgür Karakaya ise 150 gündür ölüm orucunda. Hepsinin bir tek talebi var: ADALET. Adalet istiyorlar, adil yargılanmak istiyorlar. Bunun için direniyor, bunun için ölüyorlar. Şu çok açık ki, bu yalnızca onların talebi değil. Bu talep hepimizi ilgilendiriyor. Bu nedenle bu direniş hepimizin direnişi.
Şimdi en azından onların mesajlarına, uyarılarına bir kulak verelim; bu sese elimizden geldiğince daha güçlü ses katalım, bu sesi büyütelim ve onları yaşatalım!
[‘Savunmalar’ kitabının bütün halini pdf halinde buradan indirebilirsiniz veya kitap olarak temin etmek için bize e-mail yoluyla ulaşabilirsiniz. Bu sayfada, metnin yalnızca bir kısmını, hukuk devletinin tarihine dair bir kaynak olarak faydalanılması amacıyla yayınlıyoruz. Konunun bütün dünyaya bir uyarı niteliğinde olduğunu düşünerek bu kitabı İngilizce’ye çevirmeye karar verdik ve gönüllü ekibimizle çevirdiğimiz versiyonu da burada yayınlıyoruz. Sınırlı imkanlarla zaman baskısı altında yayınladığımız bu versiyonda mutlaka gözümüzden kaçan hatalar vardır, en ufak bir harf hatasıyla bile karşılaşsanız lütfen bize yazmaktan çekinmeyin. Umuyoruz ki, hepimizin katkısıyla, avukatlarımızın uyarıları dünya çapında bu mesleği savunmaya yönelik bir çağrıya dönüşür.]
[Savunmalar, sayfa 113-228]
Hukuk Devleti’ni kutsal ineğimiz ilân etmeden önce, etraflıca bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Aslında bu haksız bir benzetme oldu: Hindular acıkınca ineklerini yemez. Dinî bir benzetmeye gerçekten ihtiyaç duyuyorsak, sizinki daha çok Mekkeli Müşriklerin helvadan put yapmasına benziyor. Çünkü ihtiyaç duyduğunuzda, ne kadar putlaştırmış olursanız olun, ‘kutsalınızı’ yiyorsunuz.
Bu öğretici meselin, elbette bilerek, zarifçe göz ardı ettiği şey; putun hammaddesi olarak helvanın seçilmesinin aslında işin daha başından gayet müstehcen olduğudur. Bir diğer söyleyişle ‘acıkınca onu yemek’ fikri, zaten putun helvadan yapılması tercihine içkindir. Tıpkı kurallarını yiyip yok sayarak onları aslında var eden bütün istisnalarıyla, Hukuk Devleti’niz gibi.
Schmitt’in Siyasi İlahiyat’ ta altını çizdiği; “kuralı araştırmak isteyen öncelikle gerçek bir istisna aramalıdır” uyarısı hafife alınmamalıdır. İstisna normal durumdan daha ilginçtir. “Normal olan hiçbir şeyi kanıtlamaz, istisna her şeyi kanıtlar: Yalnızca kuralı kanıtlamakla kalmaz, kural sadece istisna sayesinde yaşar” Yani ‘Egemenliğin yapısı, istisnadan oluşur’ Bu nedenle; gelin şu ‘hukuk devleti’ konusunda genellemeler ve aşkın evrenselliklerden uzak, titiz bir soruşturma yürütelim.
Hukuk Devleti’nin şeklî bir kavram olduğu ve kanunların bağlayıcılığından
fazla bir anlam ifade etmediği söylendiğinde mesele yoktur. Konulmuş bir kurala
uymakla sınırlanınca, işi eski Yu- nan’a, Nomos Basileos’ a
kadar geriye götürüp, kanunlara uymayı öğütlemeyi, insan topluluklarının köklü
ve saygın alışkanlıkları arasında kabul ederek geçebiliriz.
Hatta bu kabul, biraz müstehzi olmakla birlikte, adalet konusunda bile
kolay bir çözüm vadedebilir:
ATİNALI – O Halde yasaları çıkaran, bunları çiğneyeni suç işledi diye
cezalandıracak ve bunun adalet olduğunu söyleyecektir değil mi?
Bu basitleştirmenin ‘evrenselliğinden’ söz edilemez. Hukuk (yasa) ile
yönetme hiçbir zaman ne biricik ne de en yaygın model olmuştur.
Thomas B. Stephens, 1911’den 1927’ye kadar varlığını sürdürmüş Şanghay Karma Mahkemesi ile ilgili incelemesinde; önündeki meselelere tarafsız ve bağımsız bir yargı uygulayacak, önceden belirlenmiş, evrensel ve aşkın hukuk kurallarına dayalı bir ‘Çin Hukuk Sistemi’ olmadığı sonucuna varmıştır. Özellikle de kanunun düzen sağlayıcılığı konusunda Konfüçyüs’ün önemli bir izleyicisi olan Mensiyus karamsarlığıyla dikkat çekicidir: “Eğer bir imparator yasa çıkarmak suretiyle yönetmeye çalışırsa, o zaman insanlar çok geçmeden yasanın doğasını keşfederler ve çevrelerinde çareler üretirler.” Bu görüşe göre yasa çıkarmak düzen sağlamaz, sadece insanların daha kavgacı ve çekişmeli olmalarına yol açar. Elbette arkasındaki büyük tarihsel/ toplumsal gelenek tartışılmadan ve yasanın yerini tutan otoriter/ paternal hiyerarşi bilinmeden bu sözün anlamı kavranamaz, ama yine de bize öğretebileceği bir şey var: Yasayla ilgili evrensellik genellemesi ve aşkınlık iddiası gerçek olmadığı gibi, sorunlarımızı da çözmez!
O halde yasanın
kendisinin değil, sorun çözme biçiminin, yani uygulanmasının ilginç olduğunu
fark ederek devam etmeliyiz.
Özellikle hangi yasayı hangi yolla yürürlüğe koyduğunuzdan bağımsız olarak, eğer zor kullanarak o yasanın uygulanmasını sağlayabiliyorsanız düzen kurulmuş demektir. Aklınıza hemen dehşet hikâyeleri gelmesin! Yasayı kabul ettirmek ve uygulamak bizim dilimizde ve appliquerloi kavramında olduğu gibi Fransızca’da çok belli olmamakla birlikte, zaten bir miktar güç/zor kullanmayı gerektirir. Derrida kavramın İngilizce’sinde bu hususun daha belirgin olduğuna dikkatimizi çeker: ‘enforceability’ kavramı İngilizce’de yasanın uygulanabilirliğinden söz etmek için kullanılır. Güç ‘force’ vurgusuyla. Burayı unutmayın, geri döneceğiz.
Adaletin sevgisini kazanmak isteyenlerin, rengi atmış papaz, yargıç ve profesör cüppelerini bir kenara atıp, zırhlara bürünmesinin nedeni de bu olmalıdır. Güzel Tanrıça, cüppe, peruk ve pudraya ilgi duymaz. Her ne kadar sümüklü hukuk, gerekli gereksiz onun adını anmayı marifet saysa da adaletin ilgisini çeken ne yasaların varlığı ne de mahkemelerin söyledikleridir. O, hukukta sadece sözün yerine getirilişinden, yani infazdan etkilenir. Yine infaz deyince aklınıza alıştığınız gibi hemen kötü F tipi İşkence Hapishanelerinizle sokakta adam vurmak gelmesin! Aradığımız; bir sözün yerine getirilmesi anlamında hükmün yürütülmesi, yani tenfiz. Bu söz ister ödül ister ceza hakkında olsun:
“…Ülkesinin kanunlarına 73 ay boyunca hiçbir şekilde karşı gelmediğine dair yeterli kanıt getiren birisi, kişiliğine ve yaşam standartlarına göre kimi ayrıcalıkları ve bu amaç için ayrılmış olan fondan belli bir miktar parayı talep etme hakkına sahipti. Aynı şekilde Snilpall veya Kanuni adlarından birini unvan olarak kazanırdı. Ancak bu unvan babadan oğula geçmezdi. Ve bu insanlara bizim yasalarımızda ödülün yeri olmadığını, yalnızca ceza öngörüldüğünü anlattığımda, bunun olağanüstü yozlaşmış bir siyaset olduğunu söylediler. Bu sebeple onların yargı sisteminde, adalet tanrıçasının hassasiyeti, iki önde, iki arkada ve birer tane de yanlarda olmak üzere altı adet göz ile sembolize edilmişti. Cezalandırmaktan çok ödüllendirmeye meyilli olduğunu göstermek üzere de Tanrıçanın sağ elinde içi altın dolu, ağzı açık bir torba, sol elinde ise kınının içinde duran bir kılıç bulunuyordu.” Adamların sisteminizi neden ‘yozlaşmış’ buldukları gayet açıktır. İktidarı ele geçiren oligarşik kastın beslendiği ve onu besleyen burjuvazi dışında kamunun altın torbasına kimsenin el atamadığı yerde kılıç, yağmalanmış ortak maldan ölmeyecek kadar almaya çalışan yoksulların kafasına iner. Altını zaten tartmadan, yani bir adalete uygunluk tartışması yapmadan yağmalatan tanrıçanızın, cezalandırırken de teraziye ihtiyacı yoktur.
Mevcut zayıf ‘adli
ekipman’; yani kesmeyip parçalayan kör kılıç, kör göz ve kör terazi yerine
belki siz de küçük insanların önerisini denemelisiniz!
Ayrıca Tanrıçanızı yozlaşmış bulan sadece Lilliputlular da değildir. “İnsanlık kılıcın tehdidini ve tecavüzünü adaletin temeli olarak alamaz. Çünkü adalet her şeyden önce bir erdemdir. Düzenin adaletinin simgeleri, araç ve gereçleri, bir kültür olarak hukukun ve bir erdem olarak adaletin geniş ufkunu kapsamaya yeterli değildir. ” denmiştir. Temeli de niteliği de ilkinden farklı bir eleştiri bu. Geniş ufku kapsayacak kadar erdemli ve fakat kılıçsız bir Tanrıçanın, yaşadığımız bu rezil sokakta, güneş battıktan sonra gezmesini biz olsak tercih etmezdik. “Contra vim nonvaletjus: Şiddete karşı hukuk çaresizdir” denmiştir. Burjuva devriminin, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ kadar meşhur olmadığı için artık pek hatırlanmayan bir başka mottosunda, Robespierre şöyle diyordu: “Erdemsiz terörün kötü olduğunu kabul ederim, ama terörsüz erdem hiçbir şeydir”. Hukuk devletinin rızayı sadece daha ucuz bulduğu için sevdiğinin hepimiz farkındayız. Ama bu asli olanın halâ ‘zor’ olduğu gerçeğini değiştirmez. Anlayacağınız karşımızdakiler hiç tekin tipler değil, kılıçsız gezmek tehlikeli olabilir.
Tam da bu yüzden bizim sevgisini istediğimiz Adalet; güzel yüzünü kendisini iğfal etmek isteyen düşmanlarından, yani adliye ve polis teşkilatından saklamak için kar maskesi takmak zorunda kalsa da gözlerini, hep doğru yere vurduğunu görebilmek için, açık tutar. İşte yoksulların sevgisine layık bir Dike…
5393 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu’nun 15. maddesi 4. Fıkrası : “Belediye, belde sakinlerinin belediye hizmetleri ile ilgili görüş ve düşüncelerini tespit etmek amacıyla kamuoyu yoklaması ve araştırması yapabilir”diyor. İşte size bir imkân!
İnsanın
aklına, Weimar Anayasası’nın
ünlü 48. maddesinin tanıdığı bir başka imkân geliyor: “Reich’ın başkanı, kamu güvenliğine ve düzenine derin bir
huzursuzluk/kargaşa ve tehdidin yönelmesi durumunda kamu güvenliğinin yeniden
tesisi için gerekli kararları, gerekirse silahlı kuvvetlerin yardımıyla alır.
Bu doğrultuda anayasanın 114,115,117,118,123,124 ve 153 maddelerinde sayılan
temel hakları geçici olarak askıya alabilir”.
Büyükşehir Belediye Kanunu’ndaki imkânın kullanılıp kullanılmayacağını ileride göreceğiz ama diğerini 28 Şubat 1933’de kullandılar: ‘Halkın ve Devletin Korunmasına Dair Kararname’1933’den 1945’e kadar yürürlükte kaldı, bütün bir anayasal düzeni tek başına askıda tutmayı başararak.
İster zeytinyağından
vergi almak, ister bâkire kurban etmek niyetiyle işe başlayın, sonunda
halkoyundan, rahip-şamandan, meclisten, papadan, kraliçeden; kısaca yasadan
alınmış bir buyruk ya da onay hukuktur.
Franz Neumann, Naziler
için “kendisini
hukuktan ayırmış do- layımsız hükümranlık” diyordu.
Ama olağanüstü hal/istisna hali üzerine bütün yazılıp çizilenlerle birlikte
düşündüğünüzde; “Führer eğer hukuktan ayrılmamış olmayı isteseydi 148. maddeden daha başka
neye ihtiyaç duyardı?” sorusu üstümüzde asılıdır. Bunu ileride konuşalım.
Mesela ‘Kılıçsız Tanrıça’ taraftarı sevgili Ökçesiz Hoca’nın; “Nazi Zulmünü bir
devlet edimi olarak hukuksal pozitivizmin açıklama şemasından kaynaklandırmak
yanıltıcıdır” diyerek; Neuman’la aynı yerden olmasa
da, hukuk kültürünü ‘tüm iktidarların yargılandığı bir insani varoluş düzlemi’
olarak aşkınlaştırmasını kabul edemeyiz.
Bu aşamada bilmemiz
gereken; kuralı kimin koyacağını bildiğiniz, koyulmuş kurala uyduğunuz ve
dayandığınız sürece orasının ‘Hukuk Devleti’ olduğudur. Şimdi, biraz önce
unutmamanızı istediğimiz, ‘yürürlüğe koyma’ sorununa dönebiliriz.
“Hukuk, adalet adına uygulandığı iddiasında bulunur ve Adalet; uygulanabilirlik (güç kullanarak yürürlüğe koyma – enforced) gereken bir hukuka yerleşmeyi talep eder.”
Ne fırtınalı bir ilişki! Seçimler, halkoylamaları, plebisitler; çoğunluk ve konsensüsler, hukukun Adalet adına öne sürdüğü iddiaya değil, sadece ‘uygulanabilirlik’ için kullanılacak güce, onun nerede ve nasıl biriktirilebileceğine işaret eder. Kararın ‘Adil’ olup olmadığını sadece ne şekilde alındığına bağlı kılmak, aklın küçük ve aldatıcı bir oyunundan ibarettir.
Adalet’i ‘yürürlüğe koyacak’ gücün, isyan ve ayaklanmalarla; boykot ve
grevlerle birikmeye başlaması da böyledir. Bu durumda seçimin ‘biz
halkoylamasıyla mı karar verelim yoksa onlar bize sormadan
yasa-kararname-buyruk mu çıkarsınlar’arasında
olmadığını bilmelisiniz. Yine, tutunulacak bir dal zannedildiği için söylenen “Halk
oylaması seçenek olamaz, çünkü bazı temel hakların çoğunluk tarafından bile
değiştirilmesi mümkün değildir” lafı da boş iştir.
Neymiş o temel haklar? Karnını doyurmanın, hastalanınca tedavi edilmenin,
başını sokacak bir evi olmanın bir türlü arasına giremediği o ‘temel haklar’
listenizi atın çöpe gitsin.
Seçim, ayaklanmanın biriktirdiği, adaleti yürürlüğe koyucu güç ile iktidarın biriktirdiği şiddet tekeli arasındadır. Kavga halkla iktidar arasındadır. Hep öyle olmuştur ve ileride, ayaklananlar oldukça öyle olacaktır; Adalet yürürlüğe konuluncaya dek.
Belli ölçüde genellik ve istikrar eğilimi taşıyan, anlamı uygulamada yorumlayanın iradesine, değer yargılarına ve geçmiş deneyimlerine göre küçük farklılıklar gösterebilmekle birlikte, makul/ öngörülebilir bir yorumu yapılabilen kuralların geçerli olduğu yerler hukuk devletleridir.
“a) devletin bir hukuk metni,
yani anayasa ile çerçevelenmesi,
devletin kudretinin bölüştürülmesi,
hukukun egemenliği ve üstünlüğünün sağlanması, yani yasaların yürütme ve yargıyı bağladığının kabulü,
yargı denetimi,
devletin verdiği zararı tazminle yükümlü olması”
Bunlar var kabul edildiğinde başkaca vaatte bulunmak gerekmez. İşte
‘Şeklî’Aden kastedilen de budur. Burada birisi yasayı yapacak, birisi
uygulayacak, birisi de bize ‘hukuku söyleyecek’tir (jusdicere).
Kudreti bölüştürülmüş devletin her bir parçası aslında aynı uzak
çıkarın sahibi ve savunucusu olsa da yasama ve yürütme çok sık tek elde
birleştiği için, yargıcın pozisyonu (sulh yargıcından, anayasa yargıcına
kadar) tartışmanın esasını oluşturur. Bu nedenle, yargıcın yasayı söyleyen
dilden başkası olmadığı düşüncesi, Montesquieu’nun ‘kuvvetler ayrılığı’
prensibinin de temelidir.
“Hukuk Devleti, hiçbir şekilde devletin hedef ve içeriğini ifade etmez; aksine bunları gerçekleştirmenin tarz ve karakterini tanımlar” diyen Friedrich Julius Stahl veya “Devlet biçimi siyasal yapı ilkeleri üzerine kurulur, hukuk devleti gayri siyasal bir biçim ilkesidir” diyen Theodor Maunz’un kastettikleri de çeşitli nüanslarla yaklaşık olarak bu kapıya çıkar.
Aslında bu tarifin; biraz su kanalı açıp, tarımdan vergi almayı ve
sınırlarını korumak için asker toplamayı becerebilen herhangi bir eli yüzü
düzgün insan topluluğunun tarifine benzerliği gayet can sıkıcıdır. Birkaç
dikilitaş ve hatta bir de tapınak dikerek mistifiye edebileceğimiz ‘kural
koymak’ ve ‘konulmuş kurala uymayı denetlemek’ işinin kapsam ve anlamları
günümüzde hiç heyecan verici değildir. Bu halde ancak Carre de Malberg gibi; “tek mümkün hukuk,
devlet aidiyetli hukuktur” denilebilir.
Hatta Kelsen gibi düşünerek, devlet ve hukuk tek/aynı şeyse, devletin
hukuk tarafından sınırlandırılmasının da sahte bir problem olduğu
savunulabilir. Yani hukuk, politik iktidarın teknik bir uygulamasıdır; yalnızca
bu tekniğe göre düzenlenmiş ve uygulanan iktidara ‘devlet’ denir.
Eğer açıkça yukarıdaki pozisyonda duramıyorsanız, hukukun
devleti denetlemesi sorununu ‘böyle değildir’ demekle veya teori ile pratik arasındaki açıyı genişletmekle aşamazsınız. Yarsav Başkanı Yargıç Murat Aslan’ın, bir başka bağlamda Duguit’den alarak hatırlattığı gibi: “Devlet hukuka ancak istediği için, istediği zaman ve istediği ölçüde boyun eğiyorsa, aslında hiç boyun eğmiyor demektir”
Egemen, yani yasanın ne
söylediğine, ne istediğine karar vermiş/ verecek olan, zaten onu yapandır;
yasanın uygulanması şekli bir iş olmalıdır. Hâl böyle olunca; “Düzgün
park etmezsen yüz liranı alırım!” diyen (ve alan) otopark görevlisiyle “düzgün
park et yoksa vururum” diyen (ve vuran)
tümgeneralin her ikisini de ‘teknik uygulamadan’ mı sayacağız? Sıkıyönetim
Hatay Tali Bölge Komutanlığı’ndan 18.10.1972’de tebliğ edildiği gibi:
“İskenderun’da trafik kaidelerine uymayan şoför, sürücü ve yayaların 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu hükümlerine göre cezalandırılacağını bütün vatandaşlara duyururum. Tümgeneral Cemal ÖCAL Sıkıyönetim Hatay Tali Bölge Komutanı, 39. Tümen Komutanı ”
Neden olmasın? Her boy sopanın, havuç sepetinde
yattığını konuştuk daha önce.
İşte bu manzaradan pek
hoşlanmayan ‘Hukuk Devleti’; şekli bir kavram olmakla yetinmeyip ‘maddi bir
içeriği de olduğunu’ iddia edecektir. Hem de deminki içeriksiz tarifin, aşağılık
bir ‘kanun devletinden’ ibaret olduğunu, kendisi ile karıştırılmasının utanç
verici olduğunu haykırarak!
Nesin pekiyi bundan fazla sen? Diye sorulduğunda,
deminki listeye ek olarak;
“(…)
belli eylem ve faaliyetleri
başkalarına zarar vermeden gerçekleştirme özgürlüğünün,
ifade ve örgütlenme özgürlüğünün,
siyasal parti kurma, üyesi olma, seçme ve seçilme özgürlüğünün,
ı) siyasal iktidarı eleştirme özgürlüğünün
sansüre ve kovuşturmaya uğramama özgürlüğünün
yasalar önünde eşit muamele görme hakkının,
yasaları değiştirme hak ve özgürlüğünün”
İnsanlara sağlanmış olması, Hukuk Devleti’nin ‘maddi içeriği’ olarak
sahiplenilip ileri sürülecektir.
Sizin de fark ettiğiniz üzere iş ‘konulmuş kurala uymak’ meselesinden
çıkıp, tipik bir burjuva liberal parlamenter rejiminin tarifine vardırılmıştır.
Yine ‘Neumann’ın sözleriyle ifade etmek gerekirse, “hukuk devleti kavramını yaratmakla liberal burjuvazi kendi devletini soyut devlet kavramı ile özdeşleştirmek istemiştir. Liberal burjuvazi, sadece kendi devletini hukuk devleti olarak adlandırmakla, kendi talepleriyle uyuşmayan diğer tüm devlet tiplerini hukuksuzluk devletleri ya da despotluklar kategorisine yerleştirmiştir. Hukuk devleti kavramının ortaya atılmasında burjuvazinin kendisini ulus ile kendi devletini de soyut devlet idesi ile özdeşleştirme eğilimi gizlidir…”
İşte uzun kulaklı Midas’la tekrar karşı karşıyayız.
Kavramları, sorunları, yapıları çarpıtarak dönüştürüyor. Daha önce
söylediğimiz gibi biz aşılıyız ama bu mesele sadece bizim için değil, sizin
için de önemlidir. Çünkü ‘hukuk devleti’ kavramının şekli faydaları ile
yetinmeyip maddi bir içeriği de olduğu iddiası, yargıcı, hukuku söyleyen
(jusdicere) olmaktan çıkarıp, hukuku yaratan (jusdare) seviyesine
yükseltebilir. Yani önündeki yasayı yorumlarken, adına ‘Hukuk Devleti’ denilen
bir değerler sistemine dayanma hakkı yargıca verilmiş olur. Yargıcın eli bu
şekilde genişlediğinde; siz memnun oldukları kararlar verdikçe ‘Yaşasın Hukuk
Devleti’ diyerek alkışlayıp, çıkarları zedelendiğinde ‘Kahrolsun Yargıçlar
Devleti’ (Richterstaat,
Etatdesjuges) diye yaygara koparabilirler.
Bir kez daha sanatın açıklayıcı gücüne başvuralım.
Anlatmaya çalıştığımız hal, Sulhi Dönmezer Hoca aramızdan ayrıldığından bu yana elimizde kalan tek ‘hukuk bilgini’ olan Sami Selçuk rahatsızlığı nedeniyle sorunu çözmeye gelemediği için; galada Vural Savaş ve suarede Ahmet Gündel’in, Venedik Taciri‘nde yargıçlık yapmasına benzer. Oyunu bilmeyenler de derdimizi anlayabilsinler diye bizi ilgilendiren benzerliği, sahneyle paralel anlatalım.
Antonio soylu bir
Venedikli tüccardır. Çok sevdiği arkadaşı kendisinden borç ister. Bu havai
arkadaş, borç alacağı parayla, aşık olduğu güzel Portia’nın gönlüne girebilmeyi
amaçlamaktadır. Elinde hazır parası bulunmayan Antonio, bir senet imzalayarak
arkadaşının ünlü tefeci Shylock’tan parayı almasını sağlar.
Antonio’dan nefret eden Yahudi tefeci, senedin zamanında
ödenmemesi halinde faiz yerine borçludan ‘yarım kilo insan eti’ kesmeyi
öngören bir cezai şart koyar ki; hatırlayacaksınız, bu şart hakkında daha önce
konuşmuştuk. Zamanında ödeme yapabileceğine güvenen Antonio şartı kabul ederse
de aksilikler nedeniyle para zamanında ödenemez ve Venedik Dükü’nün huzurunda
bizi ilgilendiren yargılama başlar. Önce teslim edelim ki sahnedeki herkes
‘hukukun üstünlüğüne’ güvenir. Aksini düşünmek bile ayıptır. Shakespeare’in
gözünden, geleneği olan köklü bir Cumhuriyet ve önemli bir ticaret limanı olan
Venedik’te yasalara uymak, ticari ve toplumsal bir güvence olduğundan neredeyse
kutsal kabul edilir. Anlayacağınız, aynı biz!
Tefeci Shylock’un o et
benim malım ve alacağım. Eğer buna karşı çıkarsanız, yazıklar olsun
yasalarınıza! Venediğ’in kararlarında kimseyi zorlayamazsınız! Hakkımı istiyorum,
cevap verin, alacak mıyım?…”sorusunda son derece açık olarak görünen ve
Portia’nın “(…) Venedik’te konulmuş yasaların
üstünde hiçbir güç yoktur. Sonra bu bir emsal olur. Aynı örnek öne sürülüp bir
sürü yanlış peş peşe birbirini izler devlet içinde. Hiç olmaz!…” sözlerinde vurgulanan bu yaygın kabulün altını
kalınca çizer Shakespeare…
İlkede anlaşıldığına
göre tek ihtiyacımız yasayı doğru (haklı, kusursuz, iyi, başarılı vs.)
yorumlayacak bir hukuk bilginidir. Bakın işte şimdi bizim derdimizle benzerlik
başladı.
Dük meseleyi bir hukuk
bilginine danışmaya karar vermiştir.
DÜK – Bu davayı sonuçlandırmak
için çağırdığım Dr. Bellario adlı bilgin bir hukuk doktoru var. Bugün buraya
gelemezse eğer yetkime dayanarak mahkemeyi tatil edebilirim!
Eh, büyük otorite mahkemeye (isterseniz konuya, somut
olaya, derdimize de diyebilirsiniz) bir gelebilse çözecek. Ama görüleceği gibi
konuya gelememe hali yapısaldır:
“Türkiye’de her gün yanlışlıklar yapılıyor. Ben demokratik bir ortamda yaşamak istiyorsam sabahleyin evimin zilini çalan insanın ya sütçü olması gerekir ya da gazeteci, o kadar…”
Maalesef kentsel dönüşüm var: Sütçülerin evlerini başlarına yıkıp şehirden gönderdiler, gazeteciler de ‘teröre karıştıklarından’ hapiste. Demir Ökçe’nin mutsuz süt tüccarı Bay Calvin olsa şöyle söylerdi: “Sütçü yoktu artık, ortada yalnızca süt tröstü vardı!” Belki o yüzden kapıyı polis çalmıştır. Biz yine de ısrarlı olalım, Yargıç! Bilgin! Doktor! Derdimize bir çare bul: “Türkiye’de kötü bir yasa çıkması halinde yargıçlar o yasayı kötü uygular. Eğer iyi uygulamaya çalışırsa yansızlığını yitirir.” Aman etme! Özgürlükçü bir yorum, bağlayıcı bir üst norm falan: “Anayasa yapmak kolay ancak medeni yasa ve ceza yasası yapmak büyük kültür birikimi gerektirdiğinden zordur. Kırk yıl hukukun içinde kaldım. Üzülerek söyleyeyim, dünyanın en kötü hukuk uygulaması Türkiye’dedir. En basit kavramlar yerleşmemiştir.”’
Üstadın o kırk yıl
boyunca, bilginlik değil yargıçlık yaptığını unu- tabilseniz, içten bile kabul
edilebilir. Tamam, yerleştiremediniz o kavramları da; onlar yerleşedururken biz
ne olacağız? Zulüm, yoksulluk, hapis, işkence, eziyet? Doktor bize bir çare!?
Doktora göre çaresi Hukuk, ama o da ‘kırk
yıllık sirke’; her isteyene verseler
zaten nasıl kırk yıl dursun küpün içinde?!
DÜK – (bilginin mektubundan okur)
Haberciniz siz ekselanslarının
mektubunu getirdiğinde çok hastaydım. Bu mazeretimi anlayacağınızdan eminim.
Eh, hadi anlamış
olalım. Ama gerçek sorun hakkında bize hiçbir faydası olmayan bütün hukuk
bilginlerinin, aynı Dr. Bellario gibi ‘davalı ile hısım’ olduğundan şüphe etmek
de hakkımız.
Neyse. Bilgin gelemediğine göre eldekilere bakacağız.
Oyunda, kuzeni olan hukuk bilginine sahte bir mazeret gönderterek onun yerine
erkek hukuk bilgini kılığında gelen Güzel Portia’nın adaleti işler. Pekiyi bu
‘gerçek’ adalet midir? Şu bilgiye sahip olduğumuz sürece sorun yoktur: Portia
oraya yargılama yapmaya değil, kocasını ve kocasının arkadaşını kurtarmaya
gelmiştir; aynı bütün ‘çakma’ hukuk bilgini iyi politikacılar gibi. Herkesin
bildiği üzere, davada taraf olmayanın adalet konusunda konuşması iç sıkıcı bir
soytarılıktan ibarettir. Hukukun nadiren işe yarayan kullanımlarının tamamı,
hak ve çıkarlarını korumak üzere mücadele eden tarafların elinden çıkmıştır,
yargıçların değil. Ayrıca, davamızda, Antonio’nun uğruna kefil olup zor duruma
düştüğü hovarda arkadaşın artık karısı olan Portia’nın akıl yürütmeleri de
gayet hukuksaldır. Enfes bir kurumsal ilke sunumu izlersiniz önce, sözleşme
metnini davacının net çıkarları yönünden okur. “Yasanın emrettiği
uygulanmalıdır” der güzel hâkim; O et kesilecektir
çaresiz! Davacı taraf heyecanla alkışlar:
SHYLOCK – Daniel gökten inmiş de yargıç olmuş!
Bazı savcı ve yargıçlar Oslo görüşmeleri üzerinden MİT müsteşarını ve Başbakanı sıkıştırdığında bakın açılış nereden gelmişti: “Özel yetkili savcılar artık ölçüyü kaçırdılar. Savcılar, kendilerini yasaya ve içtihada çok bağlı hissetmediğinde ölçü kaçar ve bu durum KCK davasına da, şike davasına da yansır. Kademe kademe bir keyfileşme olduğunu görüyoruz. Bu keyfilik, daha ileri safhalara giderse, savcı ve yargıç devletine kayarız. Yargıda büyük problemler sürüyor. Yargıya bir neşter vurmak gerekiyor.’ (…) ‘Özel yetkili savcılar, MİT görevlilerinin birtakım örgütsel suçları devam ediyorsa ve bunun talimatı başbakan tarafından verildi denirse, Başbakan’a ‘Sen de gel, seni de soruşturuyoruz’ diyebilirler”
Adaleti ile ünlü Daniel
gökten inmiş gerçekten: İçtihada uyun, keyfi davranmayın, kendinizi yasaya
bağlı hissedin. Amin. Biz ilke sunumu diye
işte buna deriz.
Haziran (Gezi)
ayaklanması sonrası ise ne ‘içtihadın’ bir önemi vardır ne ‘yasanın’ ne
‘ölçünün’, şimdi hukuk yaratma zamanıdır:
“Bu olayların TMY birinci maddesinde gösterilen terör suçunun tanımına girdiğini görüyoruz. Polise taş atanlar, mukavemet gösterenler, tahrip edenler, araçlara zarar verenlerin bu hareketleri onları terör örgütü mensubu olmaya kadar götürür. Çünkü fiil terör fiili. Bu fiiller Türk Ceza Kanununun 312. maddesinde gösterilen ‘hükümeti ortadan kaldırmaya kalkışmaya, görev yapamaz hale getirmeye girer… İP ve CHP’nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının inceleme yapması gerekir.”
Bu zamanlama;
Portia’nın, tefecinin eti kesmeye yasal olarak hakkı olduğunu, ama sözleşmede
kan yazmadığından, eğer eti keserken kan akıtacak olursa bunun bedelinin ağır
olacağını tefhim ettiği andır. Hava dönmüştür. Yasa ve sözleşme metni, yeni
kazananlar ve kaybedenler yaratacak şekilde, bir kere daha okunmuştur. Eh,
haklı olarak bu sefer de davalının ekibi coşar:
GRATİANO – Bu bir Daniel derim evet, yine, ikinci bir Daniel! Bu kelimeyi bana öğrettiğin için teşekkürler Yahudi!
Bu teşekkür, mütekaid savcılar Reşat Petek ve Ahmet GÜNDEL’in, mütekaid savcılar Sabih Kanadoğlu ve Vural Savaş’a teşekkürüdür. Hukuk bir usta çırak ilişkisidir: Parti mi kapattıracaksınız, adam mı tutuklatılacak, yoksa tutuklanmışın bıraktırılması mı gerekiyor? Nasıl yapılacağını öğrenmenin en sağlam yolu, ustanın daha önce nasıl yaptığına bakmaktır.
Artık perdeyi kapatalım.
Sanatın yol göstericiliği buraya kadar.
Herkes yargıç olabilir ama herkes sanatçı olamaz. Elimizdeki
oyuncuların tamamını ‘çakma hukuk bilgini’ rolüne çıkarmak mümkün değildir. En
azından biraz benzetebilecek yetenek gerekir. Örneğin Yargıç İbrahim Okur’un
bir başka bağlamda sarf ettiği şu sözleri ne galada ne suarede ‘yargıç sözü’
olarak oynatabiliriz:
“Oradaki kastın, ‘yargı gereğini yapıyor biz de gereğini yaparız’ şeklinde olduğunu düşünüyorum. Yargı bağımsızdır. Yargıya hiç kimse talimat veremez. Sayın Başbakan’ın ‘yargıyla görüştük’ sözünün bir dil sürçmesi olduğunu, bu şekilde bir görüşmesi, talimatı olacağını sanmıyorum. Bu güne kadar bildiğim sayın başbakanın böyle bir tarzda olmadığını biliyorum. O nedenle sözün maksadı dışında kullanılmış bir söz olduğunu, eğer bu şekilde kullanılmışsa kastedilenin bu olmadığını düşünüyorum. (…) Bu olayda zaten re’sen harekete geçmiştik.”
Kısacık zamanın üzerinden dört takla attırdığı bu açıklamayı unutmamalısınız. Olayı biz kısaca hatırlatalım: Bir grup BDP milletvekili şehirlerarası yolda silahlı PKK gerillası ile karşılaşır, TV kameralarının önünde sohbet edip selamlaşırlar. Başbakan başka birçok tehditle birlikte “Yargıya da gerekeni söyledim, gereğini yapacaklar” der. Bu esnada HSYK 1. Daire Başkanı olan bu zatın ‘tefsir, tevil, tenkit, tekmil’ artık her ne derseniz onu etmeye çalıştığı işte bu sözdür. Kısa bir süre sonra Kandil’de bir ‘basın ve milletvekili ağırlama birimi’ kurulup canlı yayına başlanınca; hem İbrahim’in ‘re’sen’ yürüttüğü soruşturma herhalde ikinci bir değerlendirmeye kadar durdu, hem de yeni durumu kavrayan yargımız bu işlerin ‘gereğine re’sen’ atlamamaya karar verdi diyelim. Eğer ‘gereğini yaptığınız’ benzer işlerdeki onlarca avukat ve gazeteciyi halâ hapishanelerde tutmuyor olsanız belki yüzünüze vurulması bile gerekmeyen sıradan bir zaaftır talimatla iş yapmak. Bakanlık ve HSYK bürokratları artık hiçbir talimatı yadırgamayacak kadar uzun süredir kürsüden uzaklar. Ama siz kürsü yargıçları; yerinizde olsak bu kadar gevşek ve güvensiz bir pozisyondan korkardık. Siz de korkmalısınız.
Hukuk devletinin ‘içeriği’ listemizle çalışmaya devam edelim. Listedeki
iddialara yakından bakmadan önce genel bir değerlendirmeye ihtiyaç var: ‘Hukuk
Devleti’, ‘Liberal Demokrasi’ ve ‘İnsan Hakları’nın mahiyeti hakkında gerçek
bir fikir sahibi olmalıyız.
Bu kavramların arkasında yatan grupsal, zümresel, sınıfsal amaç, değer ve zihniyetin ne olduğunu sormak gerekir. ‘Hukuk devleti’ ve ‘insan hakları’ kavramlarını yaratan bir sosyal sınıf vardır ve bu sosyal sınıf ideoloji olarak liberalizmi benimsemiş olan burjuvazidir. Bu demektir ki ‘hukuk devleti’ ve ‘insan hakları’nı liberal ütopyadan, liberal dünya görüşünden, liberal zihniyetten ve liberal ideolojiden ayrı ele almak, onları aşkınlaştırmak mümkün değildir.
Aslında söylenmesi gereken zaten hukukun da yansız bir kavram olmayıp, toplum hakkında karmaşık bir tutumlar, değerler, kuramlar seti taşıdığı ve yaydığı için ideolojik olduğudur. Yani “onun ideolojik içeriği egemen ideolojinin bir parçasını oluşturur; zira bu tutum ve değerler mevcut toplumsal düzeni dayatır ve meşrulaştırırlar”. Ekonomik ilişkileri yansıtan ve formlarını taklit eden hukuk, politiktir, zorlayıcıdır ve iktidar bloğunun yansımasıdır.
Listenin ilk beş maddesini tekrar hatırlayın; bir anayasa bulunacak,
kuvvetler (erkler) ayrı olacak, yasa hepsini bağlayacak, yargı bu hali
denetleyecek ve bütün bu tedbire rağmen bir şeyleri kırıp dökerlerse tazmin
edecekler. Şimdi birisine yakından bakalım.
Bilindiği üzere her anayasa, neden uygulanamayacağını anlatan özür ve mazeretlerle doludur. Marx’ın söylediği gibi ; “Anayasanın her paragrafı gerçekten de kendi karşı savını, kendi Lordlar Kamarasını ve kendi Avam Kamarası’nı içerir: Metinde özgürlük, sayfa kenarında bu özgürlüğün kaldırılması”
Anayasa ‘haklar’ meselesindeki sahteciliği bir yana bırakıldığında dahi ciddiyetsiz bir belgedir. Bunun, ‘Herkes’ diye çağırdığı ve ‘Hiç kimse’ diye parmak salladığı, muhayyel bir cemaattir. Tabiatıyla aslında bizimle, yani bugün burada eziyet çektikleri için çıkarları ortak olan halkla ilgili olmayan bu kavram, bir isim bile değil; ‘belli bir siyasal iktidarın egemenlik alanında yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olanların tümünü imleyen belgisiz bir zamirdir’ Bazen Ulus da dedikleri bu hayali kalabalığın arasından herhangi bir hakkın tarifini ıslık sesi gibi duyarak ‘Bana mı seslendiniz?’ diye dönen hiçbir politik özneye cevap verilmez. Yaşam hakkının engellediği ‘sizin’ ölümünüz değildir, seyahat hakkının koruduğu ‘şimdi oraya’ gidebilmeniz değildir, ifade hakkının koruduğu ‘öyle söyleyebilmeniz’ değildir. Yani hak elbette orada durmaktadır. Sadece, temsilcilerimiz onu bizim için dikkatle koruyacak ve sonsuza kadar yaşatacaklardır, bütün tehlikelerini bilerek evde süs için besledikleri vahşi bir hayvan gibi.
Babeuf, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “İçinde yem ve tuzak öylesine birbirine karışmış ki, incelenince bunun halkı uyutanların yapacağı türden bir aldatmaca olduğu anlaşılıveriyor. Bir oyalama olmakla kalıyor bu bildiri. Özgürlük, eşitlik gibi büyük ilkeleri kabul etmesine ediyor, ama gerçekleşmelerini sarpa sardıracak kayıtlar koyarak, gelişip yayılmalarını önleyecek sulandırmalar ve törpülemeler yaparak”
Louis Blanc, soyut hakları şöyle eleştirir: “Soyut bir şekilde anlaşılan hak, 1789’dan beri halkı sömürülmüş halde tutan bir seraptır… Anayasalarda, fermanlarda şişirilerek ve kısır bir şekilde ilan edilmiş olan haklar, bireyci bir rejimdeki adaletsizlikleri ve yoksulun terk edilmesindeki vahşiliği maskelemekten başka bir işe yaramadı”
Burjuva hukuk ideolojisi bir ‘adalete ulaşma’ yolu, aracı değildir; hiç
olmadı ve asla olmayacak. Bu düzey açısından sizinle kadastro mahkemesi yahut
aile mahkemesi arasında herhangi bir fark yoktur. Hukuk, yoksulların ve
ezilenlerin sindirilerek uyutulması için yürütülen razı etme faaliyetlerinin
en başında gelir.
Özel olarak Ceza Adalet sistemi adını verdiğiniz bu canavarın ise, ne suçun ortadan kaldırılması ne de suçluluk ile mücadele niyeti vardır. Basitçe ve açıkça mülk sahipliğinin korunması ve yüksek suç oranlarının sürdürülmesi de dâhil olmak üzere, rejimin devamlılığı dışında bir amacı, bunu sağlamaktan başka da bir yeteneği bulunmamaktadır. Ne demek yüksek suç oranlarının sürdürülmesi? Niye sürdürmek isteyelim? Suçun toplumunuzun devamı için ne kadar önemli olduğunu ayırt edebiliyor musunuz? Marx’ın bir suç teorisi kurmak için değil; üretken emek konusunda iğneleyici bir tartışma yürütmek için geçerken söylediklerine bir göz atın: “Bir filozof düşünce üretir, bir şair şiir, bir rahip vaaz, bir profesör inceleme ve sair. Bir suçlu suç üretir. Bu son üretim dalı ile bir bütün olarak toplum arasındaki bağlantıya daha yakından baktığımızda pek çok önyargıdan kurtuluruz. Suçlu sadece suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu ve ceza hukuku dersi veren profesörü ve buna ek olarak da aynı profesörün derslerini ‘metalar’ olarak genel piyasaya attığı kaçınılmaz incelemeyi üretir. Suçlu aynı zamanda polis örgütü ve ceza yargılamasının tamamını, polisler, hâkimler, jüri heyeti vd. tam da toplumsal işbölümünün pek çok kategorisini oluşturması gibi, insan aklının farklı kapasitelerini geliştiren yeni ihtiyaçlar ve bunları karşılayan yeni yollar yaratan bütün bu farklı iş kollarım üretir. Suç sisteminiz için yaşamsaldır.
Aslında söylediğimiz gibi kimin hapse atılıp kimin dışarıda gezeceğine
karar vermek çoğu zaman size düşmez ama bir ülkede en ağır suçlar ‘öldürme’ ve
‘yaralama’ ise, bunlara son verilmesi için yapılabilecek düzenlemelere alıcı
gözle bir bakmalısınız. Yargıç olarak istemiyorsanız, hobi olarak mesela? İşte
size bir Marksist Kriminoloji karşılaştırması: Tamamı yayınlanmış 1995 yılı FBI
suç raporlarıyla aynı yıla ait bir başka ilan edilmiş hükümet istatistiği,
Reiman tarafından karşılaştırılmış. Yazar; referans noktası olarak kaba
hesapla
cinayet ve taksirle adam öldürme, ağır fiziksel yaralanmalara yol açan 1 milyon fiili saldırı ve 15 milyon dolarlık hırsızlık suçu işlendiğini gösteren resmi suç raporlarını bir yana, iş yeri risklerini de diğer yana koymuş. Meslek hastalıkları kaynaklı ölümlere ilişkin son derece ılımlı bir tahmin bile rakamın yılda 25.000 olduğunu göstermektedir. İşle ilgili ciddi hastalıklara ilişkin yine son derece ılımlı bir tahmine göre ABD’deki sayı yılda 250.000’dir. Çıkan sonuç cinayete ya da taksirle adam öldürmeye kurban giden her üç kişiye karşılık olarak meslekleri dolayısıyla dört işçinin öldüğü yönündedir. Sokak suçları ile daha doğru bir kıyaslama yapıldığında tahminlerin yarıya indirilmesi gerekmektedir, zira işgücü nüfusun yaklaşık yarısına denk gelmektedir. Yine işle ilgili ölüm ve sakatlanmalar da buna eklenmelidir. Bunun ardından bakıldığında, çalışmak yılda 34.100 işçiyi öldürürken, suçlar 10.500 kişiyi öldürmekte ve çalışmak
işçiye fiziksel zarar verirken, suçtan 500.000 kişi zarar görmektedir. Ceza yargılaması sisteminin tam tersine İş Güvenliği ve Sağlığı İdaresi, taşıdığı sorumluluğa kıyasla küçücüktür ve devlet kesintileri ile karşı karşıyadır.
Ne kadar yalın! Derdiniz gerçek insanlara karşı işlenen gerçek suçlar,
yani ölüm ve yaralanmalar ile diğer fiziksel zarar görmeleri engellemek ve
sorumluları cezalandırmak ise parayı başka yere harcayıp, parmağı da
başkalarına sallamalısınız. Bu, insanlığa karşı büyük suçu, patronların,
zenginlerin ve devletlerin işlediğini tespit edebilmektir. Yok derdiniz
mülkiyet düzenini yoksullardan korumaksa, suç tanımınız zaten tam da o işe
yarıyor. 17. yy’dan gelen (hatta belki bazı versiyonları 15. yy’a kadar uzanan)
güzel
halk şarkısında söylendiği gibi;
“Yasa tıkıyor hapse erkeği ve kadını, Çaldığında ortak toprağın üzerindeki tek
bir kazı Ama kazın altından çalanlar toprağı,
Büyük hain onlar, ama serbest elleri kolları! The law locks up the man or woman Who steals the goose from off the common But leaves the greater villain loose Who steals the common from off the goose”
Pekiyi bir tarihsel dönemin dengesini sembolize eden ‘kuvvetler ayrılığı’ saçmalığının bugün karşımıza büyük hukuksal değer olarak ortaya çıkarılmasının nedeni nedir? Nesi vazgeçilmez bunun? “Montesquie’nin kuvvetler ayrılığından bahsettiği her yerde gerçek tarihsel ve siyasal güçlere atıf yaptığı ve Kral, soylular ve halk arasındaki güç paylaşımının tarihsel dengesini gözettiği iddiası da göz önüne alınmalıdır. Bu çerçevede kuvvetler ayrılığı, aristokratlar ile burjuvalar arasındaki bir siyasal savaşımın hukuksal ve kurumsal dengesini tarihsel bir biçimde temsil etmektedir. Başka bir deyişle, kuvvetler ayrılığı biçiminin toplumsal tabanda güçlü karşılıkları o dönemin koşullarında var olmuştur ve bir siyasal biçim olarak ayakta kalmasını sağlayan şey de; iki güç arasındaki tarihsel iktidar krizine verdiği bu ‘denge’dir.”
Tarihsel bir konağın dengesinden daha ciddi bir anlam ifade etmeyen bu
modelin kutsanması elbette sahiplerinin halâ işine yaradığı içindir. Ama
iktidarda olmadığı halde bunu güzelleyen için söylenecek bir şey bulmak zor.
Buna ister ‘hukuk fetişizmi’ yahut ‘hukuk totemizmi’ deyin ister ‘hukuksal
romantizm’ hukuku bu şekilde yüceltici yanılsamalar yaratmak ciddi sakıncalar
yaratır.
Hukuk Fetişizmi (Marx’ın meta fetişizmine benzetilirse) ; ‘hukukun toplumsal yaşamın zorunlu, hatta yaşamsal bir unsuru olarak görülmesidir’ Her türlü toplumsal kuralın hukuk zannedilip öyle adlandırılması da fetişizmdir. Her türlü toplumsal ilişkinin hukuksal düzenleme konusu haline getirilmesi de böyledir. Oysa hukuk devleti bir mistifikasyondan, çarpıtmadan (yanlış anlamadan) ibarettir.
ASLINDA BİZ YÖNETİYORUZ: AMA TEMSİLCİLERİMİZ ARACILIĞIYLA!?
En ‘gelişmiş’ demokratik toplumlarda bile yasama faaliyetinin arkasında olan temsil kabiliyeti değildir, hiç olmamıştır. Emma Goldman’ın dediği gibi “Oy vermek bir şeyi değiştirebilsey- di, zaten yasaklanmış olurdu”. Burjuva parlamenter demokrasi uzun yıllar oy hakkı mücadelesi yapmış olan yoksullar açısından elbette dönemsel, taktik veya politik anlamlar taşımıştır. Ama asla burada kurulan ökseye ayağımızı kaptırmadık: “Sınıfsal bir temele sahip olan devlet ancak müzakereye kapalı amaçlar üzerinde yükselebilir. Anayasal iktidara ve demokratik araçlara yer veren burjuva devletlerin her şeye rağmen bir diktatörlük (burjuva diktatörlüğü) olarak tanımlanmış olmaları boşa değildir…”
Komünist Manifesto’da parlamentolar tarafından çıkarılan modern Devletin hükümeti için; “tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir” deniyordu. Ne kadar doğrudur. Daha sonra Marx, devletin burjuvaziden geçici olarak bağımsızlık kazanabildiği dönemlerden söz etti ve nihayet Engels ‘Ailenin Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’nde;
“…istisnai olarak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü, sözde aracı olarak, bir zaman için bu sınıflara karşı belli bir bağımsızlık durumunu korur.”dedi.
Yani meselenin kavranışını, seçimlere, parlamentolara,
yasalara değil, sadece ve tamamen sınıf mücadelesinin gücüne bağlamalıyız.
Ülkenin seçimler
yoluyla belirlenmiş parlamento tarafından çıkarılan yasalarla yönetildiği
algısı kusurludur. İşin hepinizin takip edebileceği kadar popüler olan yanı
zaten her gün televizyonda karşınızdadır; milletvekili elini kaldırdığı kanunun
içeriği hakkında en küçük bir fikre sahip değildir. Bazen ‘evet’ mi ‘hayır’ mı
deneceği yeterince açık söylenmezse veya cep telefonundan oynadığı kâğıt
oyununa dalmışsa yanlış el kaldırabilmektedir.
En eğlenceli birkaç tanesini
herhalde herkes hatırlıyordur:
‘Başbakan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma sırasında bölünmüş yollarla ilgili haritayı milletvekillerine gösterdi. Bu 2002 öncesi bölünmüş yolların haritası diyen Erdoğan’ı vekiller alkışlamaya başladı. Vekilleri uyaran başbakan ‘Bunu niye alkışlıyorsunuz. Alkışlanacak harita şimdi geliyor’ dedi. Bu sözler üzerine vekiller bu kez de yeni haritayı alkışladı’
Yine torba yasa adını verdikleri büyük kanunlaştırmalar sırasında, ana muhalefet partisine bakarak onların tersine oy kullanmayı yeterli bulan iktidar partisi milletvekillerinin, bu abes yöntem nedeniyle kendi önergelerini reddetmeleri ve nihayet bir komisyon çalışması sırasında AKP Samsun Milletvekili Tü- lay BAKIR’ın “Gerçekten ne doğrudur ne yanlıştır anlayabilecek durumda değilim, (…) Buraya gerçekten hiçbir şeyi bilmeden geliyoruz, tek rolüm el kaldırmak” demesi unutulmazlar arasındadır.
Zaten önceden okusalar neyi anlayacaklar, halkın yararına olup olmadığını nasıl ayırt edecekler, ticarete ve sefahate ara verip yasa geçsin-geçmesin diye niye mücadele edecekler? İmkânsızdır bu.
Pekiyi bu kadar halk düşmanı yasa nerede hazırlanıyor, tıkır tıkır
nasıl geçiyor? Çok Uluslu Şirketler’in, emperyalizmin çıkarları en küçük
ayrıntısına kadar nasıl hesaplanarak yasalaştırılıyor? Milletvekilleri Meclis
lokantasında ucuza paça çorbası içer ya da genel başkanlarının peşinde
particilik oynarken kim yapıyor bütün bu yorucu ve önemli işleri?
İki kurumu tanımalısınız; Yatırım Danışma Konseyi (YDK) ve Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK)
Bunlardan YOİKK kendi içerisinde dört büyük organizasyon barındırıyor
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye Sanayici ve İşadamları
Derneği (TÜSİAD) , Yabancı Sermaye Derneği (YASED) ve Türkiye İhracatçılar
Meclisi (TİM).
YDK ise temel
bileşeni olan YOİKK’e hükümet ve Çok Uluslu Şirketlerin (CUŞ) eklenmesinden
oluşuyor. YDK’ya Başbakan başkanlık ediyor ve hükümet üç bakanla temsil
ediliyor. 19 ÇUŞ şunlar : Arcelor, BNP Paribas,
Citi Group, Fiat, Ford, Hyundai, IsCaR, Lafarge, Merloni Elettrodomestid,
Metro, Nestle, Newmont Mining, Nortel Networks, Nunza B.V, Pirelli, Rio Tinto
Plc., Siemens, Toyota, Unilever
Elbette Dünya Bankası (WB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) temsilcileri
de bu toplantılarda hazır bulunuyorlar. 15 Mart 2004’de yapılan ilk toplantıya
bunların başkan ve direktörlerinin katıldığını da eklemeliyiz.
Hükümetin düzenli olarak ilerleme raporu sunduğu bu toplantılar hiç
kesilmeksizin devam ediyor. 15 Mart 2004, 29 Nisan 2005, 29 Haziran 2006…
Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) ise TOBB,
TÜSİAD, YAsEd Yabancı Sermaye Derneği, Türkiye İhracatçılar
Meclisi’nin yanı sıra önceleri Başbakanlık Müsteşarının başkanlığında
toplanırken artık bir Devlet Bakanı başkanlığında toplanıyor. Maliye Bakanlığı,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Hazine Dış Ticaret ve DPT müsteşarları da
katılıyor.
2002’den beri Türkiye’nin derin parlamentosu olan bu kurulun hazırladığı yasalara örnekler; İş Yasası, Doğrudan Yatırımcılar Yasası, Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Yasa, Turizmi Teşvik Yasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa, Sosyal Sigortalar Kurumu Yasası, Kurumlar Vergisi Yasası…
Bu yapı profesyonel komisyonları aracılığıyla en küçük ayrıntısına,
tüzük ve yönetmeliklerine kadar yasal düzenlemeleri hazırlıyor ve hükümete
taahhüt ettirerek ilerleme raporları aracılığıyla da kontrol ediyor.
Bugün Türkiye’de yasa hazırlama yetkisi YDK-YOİKK tarafından de facto
gasp edilmiş, ‘bağımsız’ düzenleyici kurullara ve TOBB gibi sermaye örgütlerine
yürütme yetkisinin devir süreci başlamıştır.
Bunun arkasından da muhtemelen yargılama süreçlerinin özelleştirilmesi
gelecektir. Uyuşmazlıkları devletin mahkemeleri dışında sonuçlandırma yolunu
açan (uzlaşma-arabuluculuk-tah- kim gibi) alternatif uyuşmazlık çözme
yöntemleri hem Dünya Bankası’nın hem de YDK-YOİKK’in programındadır.
Dolayısıyla, devletin üç kuvveti (yasama-yürütme-yargı) da özelleştirilme yolundadır.
Sizin temsili demokrasi dediğiniz şeye bizim oligarşi dememizin sebebi
bu kadar açıktır. Oy hakkının, seçimin, parlamentonun yahut anladığınız anlamda
temsilin artık değeri kalmamıştır ve sermaye sahibi bir azınlık ile
müttefikleri yani Oligarşi siyasal iktidarı elinde tutmaktadır. Bakır Çağlar “Anayasa Devletin
korsesidir” diyordu. Korsenin ne kiloyu ne de
rahatsızlığı ortadan kaldırmadığı bilinir. Onun görevi baskılayarak sorunun
artmasını engellemek ve sorunu gizlemektir.
Anayasanın hemen akla gelebilecek şu üç maddesini arka arkaya okuyun;
Anayasa Madde 7: ‘Yasama yetkisi, Türk Milleti adına Türkiye Büyük
Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.’
Madde 10; ‘Hiçbir …zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz’
Madde 6 ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz’
Halâ bu korsenin hastalığı gizlediğine hatta bir de iyileştirebileceğine
inanıyorsanız, işiniz bitmiş demektir. Ve bizi anayasal düzen ile ilgili kötü
niyet beslemekle suçlamadan önce bir düşünün; Hangi Anayasal Düzen?
Yazılı olan mı? Yürürlükte olan mı? Yemi mi sevmediğimiz için kızgınsınız tuzağı mı?
HAK MÜCADELELERİ VE ADALET
L’etat opprime et la loi triche, L’importsaigne le malheureux, Nul devoir ne s’impose au riche, C’est assez languir en tuelle, L’egalite veut d’autres lois; ‘Pas de droits sans devoirs’, dit-elle, ‘Egaux, pas de devoirs sans droits!’
Devlet ezer ve yasalar aldatır, Vergi bahtsızın kanını emer, Zenginin hiçbir yükümlülüğü yoktur ‘Yoksulun Hakları’ boş laftır Gözetim altında tutulduğumuz yeter Eşitliğin yasaları başkadır; ‘Ödev olmadan hak olmaz’ der ‘Aynı şekilde hak olmadan ödev olmaz’
Geniş anlamıyla hak mücadelesi, halkların en önemli devrimci uğraşıdır. Yüzyıllar boyunca elde ettiğimiz kazanımların, en küçüğü için bile barikat savaşı vermeden, hiçbirisini terk etmeyiz.
Anayasal yahut yasal; yazılı ya da değil, taahhüde
bağlattığımız hiçbir yükümlülüğünüzden kaytarmanıza izin vermeyiz.
Sadece ulusal-üstü sözleşmeler, bildirgeler ile değil;
genelgelerden, toplu iş sözleşmelerine kadar bize, yani halklara, yoksullara,
emekçilere, köylülere verilmesini hak olarak kabul ettirdiğimiz her şeyi, en
son kırıntısına kadar almak kararlılığındayız.
Sizi oluşturmak zorunda
bıraktırdığımız her kurumu, mahkemeleri, müfettişlikleri, kurulları,
komisyonları sınırlarının elverdiği yere kadar size karşı çalıştırmak
azmindeyiz.
Her yasayı,
kuralı, fonu, bütçeyi halkın yararına yorumlatabilmek için ensenizden hiç
inmeyeceğiz.
Çünkü hak mücadelesi bize en önemli başlangıç cümlesini verir; Evrensel olan ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’, ‘demokrasi’ değildir, mağdur olmak ve mücadele etmek evrenseldir. İşçi sınıfı ve her tabakadan ezilenler için ‘hukuksal güvenceler’, ‘yeni yasalar’, ‘kararnameler’ istemeye devam edeceğiz.
Samarra’da sandalcılarla rekabet eden ceberut bir bezirgânın işi insanları rehin almaya kadar vardırmasına kızan Lenin, Yerel Mahkeme (Belediye Meclisi) önünde bir dava yürütüp, ısrarla takip ederek adamı mahkûm ettirmişti. Elizarov’dan aktaran Pashukanis anlatıyor:
“Çarlık mahkemelerine başvurulabilir miydi? Bu mümkün müydü? Tabii ki Ortodoks entelektüel kafa, çarlık mahkemelerine başvurarak devrimcilerin temiz imajlarının kirletilmesinden duyulan korku, genel olarak mahkemeler karşısındaki müşkülpesent, anarşist tavır ve hepsinden öte yasalar karşısındaki genel cehalet ve neyin nasıl yapılması gerektiği konusundaki bilgisizlik, tüm bunlar, bu tür bir eylem şeklinin karşısına sıralanmıştı. Lenin bu açık ve gizli nedenlerin hepsini hararetle eleştirmişti: ‘…ben mahkemeye başvurmaktan yanayım. Artistlik yapmanın gereği yok. Duygusallık yapmak affedilemez bir tutum olacaktır. Sosyalistler hiçbir şekilde kraliyet mahkemelerine karşı değildir. Biz kanunların uygulanmasından yanayız. Marx ve Bebel sosyalist muhaliflerine karşı dahi mahkemeye başvurmuşlardı. Bunun nasıl yapılacağını bilmek ve gerektiğinde bunu yapmak elzemdir…”
Dikkat ederseniz müvekkilimiz Dursun KARATAŞ’ın
talimatıyla ve vekâletini ibraz ederek Ankara İdare Mahkemesi’ne dava açıp kazanan,
onun vekaletiyle ceza dosyalarına müdahil olan, adli/ idari başvurular yapan
biziz; bunları ‘yasadışı silahlı örgütten talimat almışsınız’ diye tutuklama
sebebi yapan sizsiniz. Kim hukuk devletini ciddiye alıp çalıştırıyor, kim
‘artistlik yapıyor’ diye bir düşünmelisiniz. Polis Hukuk Devleti’ne inanmaz,
biz de inanmıyoruz. Aramızdaki fark, bizim aynı müvekkilimiz gibi, hak
mücadelesinin her türüne ve yöntemine başvurulması gerektiğine inanıyor olmamız.
Size gelince; neye inandığınızı ve nasıl davrandığınızı zaman gösterecek.
Durumunuz ünlü hikâyedeki yargıca benziyor:
Bir caminin
karşısına meyhane açılmış. Adamın kendi arazisi üzerine, usulüne uygun yaptığı
binaya hukuken el atamayan cemaat, her vakit namazından sonra beddua edermiş
camiden: “Ya rabbim yık şu binayı!”diye.
Fırtınalı bir gün, arka arkaya düşen yıldırımlarla meyhane yıkılmış. Sahibi
cemaati dava etmiş: “Bunlar beddua ederek sonunda
yıkılmasına neden oldu dükkânımın, zararımı ödesinler” diye. Cemaat
mahkemede “Hiç öyle şey olur mu? Beddua ile bina
yıkılır mı? Bunun inşaat tekniği var, paratoneri var, bizim ne sorumluluğumuz
olacak?” diye davanın reddini talep etmiş. Yargıç tarif edivermiş durumu: “Zor bir dava. Tanrıya ve onun dualar ile bedduaları kabul edeceğine
inanan bir meyhane sahibiyle, hiç birine inanmayıp sorumluluk kabul etmeyen
bir cami cemaati arasındayız!”
Öyleyse ey ‘hukuk devleti camiinin
cemaati, her gün beş vakit tesbih ettiklerinize biraz
inanmaya çalışın, hiç değilse dava bitinceye kadar.
Bizim açımızdan sorunun üzerine oturduğu zemin daha renklidir. Monique-Roland Weyl’in öğretici karikatürleştirmesiyle, Marksist solda hukuk hep kabaca iki genel eğilimle tartışılmıştır. Bunlardan biri sol sapma olarak adlandırılan Sekterizm, diğeri sağ sapma olarak adlandırılan Oportunizm’dir. Sekterler, hukuk ve mücadele kavramlarını birbirine karşıt olarak görür ve her türlü kanundan adalet talebinin burjuva niteliğini ileri sürerler. Her şey kitlelerin eylemine bağlıdır, o halde hukukla ilgili olan her şey ‘taşınması ağır bir yüktür’. Hukuk, “sınıfların zıtlığını gözden saklamada burjuvazinin yararlandığı bir aldatma aracı ve burjuva silahıdır” derler.
Weyl, bunların bir ihtilafı halletmek için protestolar düzenleyeceğini,
bakanlığa tazyik delegasyonları göndereceğini, basın kampanyaları açacaklarını
ama zamanaşımı süresi dolmadan aralarından bir idari dava açmayı akıl edecek
kimsenin çıkmayacağını söyleyerek eğlenir.
Buna karşıt olarak Oportünistler, durmadan avukata danışan, falanca
metni zorlamak, filanca metni de göz önüne almak, virgüller üzerinde oynamak
suretiyle falanca işin mümkün olup olamayacağını sorup duran sendika
sorumlusu; ya da bir sendika şubesinin hukuk bürosunda çalışan ve işçilerin
haklarını savunmak için tüm yaptığı ‘işi avukata havale etmek’ olan
kimselerdir.
Yine Weyl’in renkli anlatımıyla, dava kaybettikleri
mahkemelerin önünde “bu karar yasalara aykırıdır!”, “nasıl bizi haksız
çıkarırsınız!” diye bağırıp çağıranlar
bunlardır. Ama yasal olduğuna kesin kanaat getirmeden sokağa çıkamayacakları için,
kararı protesto için bir gösteri yürüyüşü yapmaya bile cesaret
edemeyeceklerdir.
Biz Devrimci Avukatlar açısından her iki sapmanın
diyalektik birliği çok açık, ikisinden de değiliz. Avukatlık; burjuva
mülkiyet, iş ve ceza adalet sistemleri tamamen çözülünceye kadar, yoksulların
ve ezilenlerin haklarını savunmak ve imkânlarını genişletmek üzere tarihsel
rolünü oynayacak.
Bu, bizlerin yeri geldiğinde mahkemeleri boykot edemeyeceğimiz anlamına gelmez. İster siyasal taleplerimiz ve değerlendirmemizi doğrudan ortaya koyarak, ister yürürlükte bulunan bir temel hakkımıza veya lehimize kabul ettirmiş olduğumuz düzenlemeye dayanarak, mahkemenizi yok saymak doğru bir seçenek olabilirdi. Siyasal imkânımız zaten sınırsız olmakla birlikte, hukuksal imkânımızın bulunmadığı da düşünülmemelidir. Yargıç Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun son derece isabetle tespit ettiği meşruiyet sorununuz hukukun içerisinde de asılı durmaktadır: “‘Avukatlık yasasının 38/f maddesinde ‘Avukat, görmesi istenilen iş TBB tarafından tespit edilen mesleki dayanışma ve düzen gereklerine uygun değilse teklifi reddetme zorunluluğundadır denilmektedir. Bu madde daha nerede ve nasıl uygulanacaktır? Bu ‘sözde mahkemelerde’ savunma hiçbir biçimde etkin olamıyor, kolluk işleri denetlenmeyip, bu işlemler mahkeme hükmü diye sunuluyorsa, o halde yargılama görüntüsü altında avukatların bu yapılanmalarda savunma yapmalarına neden seyirci kalınıp, bu mahkemeler neden meşru birimler gibi savunulmaktadır.’…Bu törensel görüntü, görüntü kirliliğinden öte bir anlam taşımamıştır. .”
Sizi tanımaktan, konuşmaya devam etmekten, ciddiye almaktan vazgeçtiğimiz gün yoksunuz veya kolluğun bir mütemmim cüzü olarak ait olduğunuz idari şemaya döneceksiniz. Tek Boynuzlu At’ın Alice’e söylediği gibi; “Eh artık birbirimizi gördüğümüze göre” dedi Tek Boynuzlu At, “sen bana inanırsan ben de sana inanırım, anlaştık mı?” Bizim varlığımızı kabul etmeden bize varlığınızı kabul ettirme şansınız yok. Avukatların varlığını kabul etmeyen bir ‘şeye’ nasıl mahkeme denemezse, politik avukatların varlığını kabul etmeyen bir ‘politik mahkeme’ de olamaz. Bu durum sizin veya bizim ya da polisin değiştirme gücünün ötesindedir.
Sadece hukuktan konuşarak, hukukun bile meşruiyeti hakkında fikir sahibi olmanın imkânsızlığını herkes kabul edecektir. O nedenle gözünüzü büyük toplumsal ve siyasal binadan ayırmadan düşünmelisiniz. Elbette en parlak hukukçu bile toplumsal binayı, hatta hukukun kendisi de dâhil olmak üzere, hukukçuların yapmadığını bilir: ‘Şimdi hemen bütün el kitaplarında okuyabileceğimiz, hukukun hukukçular tarafından geliştirildiği yolundaki meşhur iddia ancak teferruat oyunlarında doğrudur. Temeli atmak, yani binayı sağlam bir şekilde kurmak bu hukukçuların elinden gelmez. Ancak bina bittikten, sütunlar binayı taşımaya başladıktan sonra hukukçular, kargalar gibi, binlerce gelirler, binanın her köşesinde yuvalarını yaparlar ve taşların sınırlarını ve büyüklüklerini milimetresine kadar ölçerler, bu asil binayı resimler, kabartmalarla donatırlar, öyle ki hükümdar ve millet bu binanın kendilerinin yaptıkları bina olduğunu anlayamazlar bile… ”
REFORM; REFORMİSTLERE TERK EDİLEMEYECEK KADAR CİDDİ BİR MESELEDİR!
Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Eisenach Kongresi’nde (1869) kabul ettiği programda, ‘mahkemelerin bağımsızlığı, aleni ve duruşmalı yargılama, parasız yargı’ talepleri vardı. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı’nda (1891) ise ‘yargı kurumlarının parasız işlemesi, parasız hukuksal yardım, haksız yere suçlanan; tutuklanan ve mahkûm edilenler için tazminat hakkı, ceza davalarında temyiz hakkı, yargıçların halk tarafından seçilmesi’ ilkeleri savunulmuştur.
Hepsini sahipleniyoruz ve yeri geldiğinde savunuyoruz. Kavgalarını hiç terk etmedik. Sadece, sosyalizm tarihinin parlamentocu akımlarının yaptığı hataları tekrar yapmayacağımızı ve bize bıraktıkları mirasın içinden reformizm zehrini arıttığımızı bilmelisiniz. Bu Çartistler için de böyledir. ‘Eşit seçim bölgeleri, milletvekili seçilmek hakkı için mülkiyet koşulunun kaldırılması, bütün yetişkin erkekler için oy hakkı, parlamento seçimlerinin her yıl yapılması, gizli oy, milletvekillerine ücret ödenmesi’ İşte bu taleplerle 1838-48 arası on yıl boyunca sınıf hareketini bir dizi ‘Peoples Charter’ ile sınırlayan ve yönlendiren Çartist hareket kaybolup giderken, düzenin reforme edilmesinden umutlu, sistem içi ve yüzü parlamentoya dönük bir sol gelenek bıraktı.
O hale gelmiştir ki; bugün baş etmeye çalıştığımız sorun, belanın
kendisinden çok, ondan ancak genel seçimler yoluyla kurtulabileceğimiz
inancıdır. Sorun bütün bu taleplerin kendisinde değil, mutlaklaştırılmış
parlamento demokrasisi inancındadır. Oysa bakın bundan tam yüz elli yıl sonra
(1995) dahi devrimciler benzer talepleri savunmaya devam ettiler:
“İşçi grevleri, burjuvaziye alet olmayacaksa, burjuva muhalefetinin
çıkarlarına hizmet etmeyecekse, talepleri halkçı, yurtsever, bağımsızlıktan ve
demokrasiden yana yeniden şekillendirilmeli- dir. İşçi sınıfının dostları ve
düşmanları da bu talepleri destekleyip desteklemediklerine göre
belirlenmelidir. Bu talepler en daraltılmış biçimiyle şunlar olmalıdır:
Tüm demokratik güçlerin, halkın
katkısı ve onayıyla demokratik bir anayasa yapılması,
Temel hak ve özgürlükler
önündeki tüm faşist, baskıcı, anti demokratik yasaların iptal edilmesi,
Düşünce ve örgütlenme
özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması,
Özelleştirmelere son verilmesi,
Tüm katliam, cinayet, kaçırma,
kaybetme, işkence yapanların ve yaptıranların derhal tutuklanması ve bağımsızlığı
tartışma götürmeyen bir mahkemede halka açık yargılanmaları,
Olağanüstü Hal’in
kaldırılması,
Kürt halkı üzerindeki tüm
baskı ve yasaklara son verilerek, Kürt halkının kimliğinin tanınması ve kendi
kaderini özgürce belirleyebilmesinin önünün açılması,
IMF ve Dünya Bankası ve tüm
emperyalist kuruluşlarla yapılan ekonomik, siyasi, askeri anlaşmaların iptal
edilmesi ve NATO’dan çıkılması”i07
Ve yine meselenin talebin kendisinde değil; iktidara dayatılıp dayaklamayacağında
olduğu hatırlatılarak.
“Kuşkusuz bu talepler daha da çoğaltılabilir, kısmen değiştirilebilir
ama bu çerçevede hareket edilmelidir. İşçi hareketlerine bu talepler
benimsetilmez ve iktidara dayatılmazsa, hangi hükümet kurulursa kurulsun, toplu
sözleşmelerde kaç kuruş ücret artışı sağlanırsa sağlansın işçilerin yaşamı değişmeyecektir.
Ve işçi hareketi burjuvazinin dümen suyundan kurtulamayacaktır”i08 Nihai talebin
hiçbir zaman bunlarla sınırlanamayacağının bilgisi, bugün bu taleplerin
üzerinden de bir yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen, onları bayatlamış bulmamamızı
sağlıyor.
Elbette, devrimciler reform çabalarını küçümsemez ve özellikle hukuk mücadelesini değersiz görmez. Av. Haluk İnanıcı’nın tarifiyle, bunun gerçek adalet olmadığını bilerek: “Çünkü Sol düşünce gerçek adalet için, tam demokrasi için üretim tarzının değiştirilmesini hedefler. Sadece mübadele ilişkisi temelinde yapılacak değişmeler, yani sadece ‘paylaşımın daha adil olmasına çalışan’ çabalar küçümsenmeyecek fakat gerçek adaleti sağlamaktan uzak oldukları bilinecektir. Küçümsenmeyecek dedik çünkü ne Marx ne de Lenin mübadele toplumlarında, yani yaşadığımız toplumlarda ‘hak/hukuk’ mücadelesini kü- çümsemişlerdir. Tam tersine önemsediklerini belirtmişlerdir. Şu halde tam demokrasi sürecindeki sınıf mücadelesinin bir aşamasını teşkil eden, parlamenter demokrasinin, özgürlükler, haklar lehine daha da genişletilmesi, devletin sahip olduğu yetkilerin halkın denetimine veya bizzat halka devri, iktidarın topluma yayılması fikri sol düşünceye yabancı bir şey değildir ”
1860 ve 70’ler boyunca büyük grevler ile gündem oluşturan sendikaların
ve Reichstag’a 12 milletvekili sokabilecek güce erişen Yeni Sosyal Demokratların sonu da önümüzde. Bu tazyik, Al- mancanın ‘sozial politik’ kavramını kazanmasına ve Bismarck’ın işçi sınıfının öz
kurumlaşması olan sosyal güvenliğe yönelik yardım sandıklarını yasal temelde
kurumlaştırmasına yol açmış- tı.122Yani sonunda yine biz zarar
gördük. Ama sosyal politikalar bir mücadele alanı olarak şekillendi ve oturdu.
Sosyal Devlet ise ömrünü tamamlayıp tarih sahnesinden çekildi bile.
Bugün adına ‘Adil Yargılanma’ diyerek bir çanta içinde topladığımız ve
hakların hepsi işçi sınıfı mücadelesinin konusudur ve halkların egemenlere
karşı dövüşerek elde ettikleri kazanımları- dır. Burjuva Liberalizminin hiçbir
hak kategorisinin sahibi, koruyucusu veya sürdürücüsü olmadığını bilelim.
İyileştirme talep ediyor olmamız, politik olarak bununla yetineceğimiz anlamına gelmiyor. Sadece reformun ‘reformistlere’ bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunun farkındayız.
Şimdi yoksulların hak taleplerinden ve listenin ikinci bölümündeki ‘büyük’ vaatlerden konuşabiliriz. Liberalizm açısından bugün halâ bir klasik ve kurucu baba kabul edilen J. Locke’un 1696’daki önerisi dikkat çekicidir; Locke, köyün yoksullarının çalıştırılmak üzere vergi yükümlülerine, ödedikleri vergilerle orantılı olarak dağıtılmasını öngörmüştür. Geleneksel eğitimimizdeki ‘küçük kusurlar’ yüzünden tarihin büyük özgürlükçülerinin köle sahibi, ırkçı, mezhepçi ve cinsiyetçi hallerinden habersiz olmamız normal kabul edilir. Ama bu durum pek kişisel veya gizli değil. 1547 yasası zaten daha açıkça yoksulluğu kriminalize etmişti: Çalışmak istemeyen bir kişinin, kendisini ‘tembel ve aylak’ olarak ihbar eden kişiye kölelik yapmaya mahkûm edilmesini emrediyordu.
Bu hepimizi eşit kabul edip, hepimiz adına konuşmaya
hevesli liberalizm aslında her zaman; İnsanların doğuştan eşit olmadıklarını,
insanlar arasında yetenek, zekâ ve beceri (tabii ki miras da var) farklılıkları
olduğunu, yetenekli ve becerikli olanların bu yetenek ve becerilerini özgürce
sergilemeleri, serbestçe mal, mülk ve sermaye sahibi olup yatırım yapmaları
gerektiğini, toplumların da esasen bunların özgür girişimleri sayesinde
gelişebildiklerini… ’ öğretir.
Şaşkınlığınıza da bozulur: İnsanların birbirlerine
benzemedikleri bu kadar belliyken ne tür bir eşitlikten söz ettiğimiz/’
düşünmüştünüz ki? Tabii ki biz hukuken yani kanun önünde eşitlikten ve
başkasının özgürlüğüne (malına) zarar vermeyen bir özgürlükten söz ediyoruz.
Doğrusu da bu değil midir?’ derler. O zaman
‘eşit’ ve ‘özgür’ den ne kastedildiğini tam olarak anlayıp öyle devam etmeliyiz.
Çünkü bu güzel tanım, en çok da satacak malı bulunmayanların eşitliklerini ve
özgürlüklerini anlatır. ‘Bu durumda hukuken eşit (herkes elindekinin
sahibidir) ve özgür (herkesin iradesi sadece kendi mülküne hükmeder) iki meta
sahibi pazarda karşılaşır ve her şey değerinden
alınır, satılır’*23
Peki ya sosyal güvenlik, sağlık ocakları, emeklilik, aile ve çocuk yardımları, asgari ücret, kamu hizmeti olarak ucuz, yaygın ulaşım, haberleşme, ücretsiz eğitim? Bunlar hiç yaşanmadı mı? Adına her ne derseniz deyin;
Hani şu sözde
vergilerimizle bize hizmet eden, kollayan devlete ne oldu?
Başbakanınızın atıp tutmasına bakılacak olursa devlet bu hizmetleri
verebildiği zamanlara göre bugün çok daha güçlü ve zengin! Hadi o zaman! Niye
o sefil 1945-1975 bütçelerinin güzel güzel karşılayabildiği ücretsiz kamu
hizmetlerine başlamıyorsunuz?
Çünkü başlayamıyorsunuz.
1980’lerde başlayan neo-liberal yapısal dönüşümün bugün geldiği nokta
dikkat çekicidir; sosyal devlet uygulamaları eksiksiz tasfiye edildiği gibi,
emperyalizm vahşi ve acımasız liberal döneminin bütün
karakteristik uygulamalarını da geri çağırıyor.
Kapitalist Devlet, burjuva sınıfının egemenliğini güvenceye alma
işlevini çeşitli amaçlarla yerine getirir: Özel mülkiyeti koruyan yasaları ve
uygulamalarıyla ordu, polis, hapishane gibi şiddet araçlarıyla, eğitim sistemi,
okul, kitle iletişim araçları gibi ideolojik aygıtlarıyla. Özel mülkiyet
düzenini koruyan bir baskı örgütü olmasına rağmen, ideolojik araçlarıyla
toplumsal sınıflar karşısında ‘tarafsız’ olduğunu empoze eder ve varlığına
rıza üretir.
Ama kapitalizmde devletin bütün işlevi bunlardan ibaret
değildir.
İşçi sınıfı mücadelesinin gerilediği bir dönemde gündeme giren
neo-liberal politikalar da yeni bir ilkel birikim sürecini beraberinde getirdi.
Marx’ın ‘ilkel birikim’ olarak adlandırdığı o dönemle günümüz arasında
güçlü paralellikler var. Bugün de yeni bir mülksüzleştirme ve proleterleştirme
süreci yaşanıyor, sömürgecilik sistemi derinleştiriliyor, fetihler, paylaşım
savaşları yeniden gündeme geliyor. Uluslararası borç sistemi, yatırım ve
ticarette kayırmacı politikalar, özelleştirmeler, kitlelerin sırtına binen
vergi yükleri çağdaş kölelik biçimlerinin yaygınlık kazanması,
mülksüzleştirilen kitlelerin sertleşen ceza yasalarıyla disipline edilmesi vb.
hepsi bugünkü ilkel birikim politikalarının çerçevesi içinde yer alıyor.
‘…1945 sonrasının ithal ikameci ‘kalkınmacılığı’ etrafında biçimlenen yeni sömürgecilik politikalarının yerini, azgelişmiş/ yoksul ülkelerden emperyalist ülkelere kaynak aktarımını zor, spekülasyon ve aşırı tekel karlarına dayalı olarak biçimlendiren ilkel birikimci yeni sömürgecilik politikaları almıştır. ’
2008’de İzmir Menderes Efemçukuru köyündeki arazilerin ‘acele kamulaştırma’ ile maden şirketine tahsis edilmesi işte böyle bir ilkel birikim. Köylüler satmak istemeyince Bakanlar Kurulu Kararı ile el konuyor.[11] Yine bazılarımızı tuttuğunuz Kandıra köylerindeki verimli tarım arazilerinin Organize Sanayii Bölgesi için kamulaştırılması da böyledir: Kamu yararı yok, özel çıkarlar için yapılıyor ve artık eskiden olduğu gibi kamu yararı süsü verilmeye bile çalışılmıyor. Kentsel dönüşüm depreme karşı güvenli konut dönüşümü veya işgal altındaki hazine arazilerinde tapusuz gecekonduların tasfiyesi gibi isimlerle pazarlanmaya çalışılırken artık hiç kimsenin saklayamadığı gerçek diğer yandan sırıtıyor: Hiçbir imar problemi bulunmayan, tapulu ve hiçbir deprem güvenlik sorunu bulunmayan evinize, Türkçesi malınıza, el konuyor ve zorla çıkarılıyorsunuz. Çünkü aynı ilkel birikimde olduğu gibi, daha büyük bir sermayeye eklenmek üzere küçük mülk sahipliği tasfiye ediliyor, edilecek.
Bakın
böyle bir zamanda eğer halkın yararına bir ‘sosyal devlet’ denemesi yaparsanız
ne olur? 4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının ürettikleri Mal ve Hizmet
Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun (19 Ocak
2002 tarih ve 24645) Madde 1: “…özelleştirme işlemleri tamamlanıncaya
kadar … kamu kurum ve kuruluşlarınca üretilen mal ve hizmet bedellerinde
…ücretsiz veya indirimli tarife uygulanamaz.”
Dikili Belediyesi’nin on (10) tona kadar kullanma suyunu ilçe halkına
bedelsiz vermesi 4736 sayılı yasaya aykırı bulunmuş ve Belediye Başkanı ‘Görevi
Kötüye Kullanmak’tan yargılanmıştır.
Haydi, bunu olduğu gibi bir anlatmaya çalışın halka! Belediye başkanını
size bedava su vermek istediği için yargılıyoruz, ceza vereceğiz deyin.
Boğazına kadar yolsuzluk ve pisliğe batmış ‘yardım’ dernek ve
vakıflarının bizi himaye etmesinden başka bir beklenti bırakılmayıncaya kadar
ayaklarını boğazımızdan çekmeyecekler. Bizden şunu duyuncaya kadar: “Allah Rızası için
bir sadaka!”
Bugün bize kabul ettirilmeye çalışılan ve ‘Sosyal Hakların yerine geçen
Himayeci bir Hayırseverlik’ tanımında bulan eğilim işte bu ahlaksızlığın
yaygınlaşmasını güvence altına almaktadır.
Artık vazgeçilmiş ‘sosyal devletin’ anayasa ve yasalardaki, zaten zayıf
izleri bile gereksiz yük.
Anayasa:
XIII. Devletin İktisadi ve Sosyal Ödevlerinin Sınırları:
Madde 65 : (Değişik 3.10.2001 – 4709/22) Devlet, sosyal ve ekonomik
alanlarda, Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun
öncelikleri gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. diyordu.
Bunlara anayasal mazeret deniyor.
Bülent Tanör, 65. madde gibi kurallar için “Halka Karşılıksız
Çek vermek gibidir” diyordu. 1982 anayasasının
gerekçesinde açıkça; “hiç kimseye sosyal ve ekonomik hakların
gerçekleştirilmesini isteme hakkı vermez…”
denilmiştir. Bu haklar ‘devlete yüklenen ödevlerden’ ibarettir.
Belki de Enternasyonalde
söylediğimiz gibi; ödevler ve hakların ilişkisi üzerinde yeniden düşünmeliyiz!
Düşünmekle kalmayıp, direnmeliyiz. Direnenler bu yeni sömürge ülkede, sömürge
tipi faşizm uygulamalarıyla haşır neşir olacaktır.
Hukuktan bekleyebileceğimizin ‘terör hukuku’ ve tüm vadedilmiş temel hak ve özgürlüklerimizin askıya alındığı ‘terör istisnası’ olacağını aklınızdan çıkarmamalısınız. Şimdi bunun üzerine konuşalım.
SİYASAL ‘SUÇ’ VE ‘TERÖRLE MÜCADELE’ DEMAGOJİSİ ALTINDA ÖZEL YARGI
11 ve 12. yüzyıllarda yaygın, etkileyici bir kovuşturma usulü vardı. Bir insanın sağ eli sol ayağına bağlanıyor ve suya atılıyordu. Bir sınav yahut sınama diyelim. Eğer o kişi boğulmayıp sudan çıkmayı başarmışsa davayı kaybediyordu: Suçluydu, su bile onu kabul etmemişti! Sudan çıkmayı başaramayan ‘aklanmış ölüler’ için ise yargı süreci sona ermiş oluyordu: Masumdular.
Feodal hukukun sınama sisteminde söz konusu olan hakikatin araştırılması
değil, hakikatin yani gücün sınanmasıdır. Kişi sınamayı kabul eder ya da
reddeder. Reddeder, yani denemek istemezse, bu zaten suçlu olduğu anlamına
geldiği için, davayı peşinen kaybeder. Sınamayı kabul ettikten sonra ise iki
ihtimal vardır, ‘yaşayarak kaybetmek’ ve öldürülmek yahut ‘ölerek kazanmak’ ve
aklanmak. Bunların gözünüze karmaşık hukuksal prosedürler gibi görünmesi size
şu ortak neticeyi asla unuttur- mamalıdır: Bu hukukta egemen tarafından
suçlandığınızda, öldürüldünüz.
Pekiyi prosedür, yani mahkeme, yargılama, törenin kendisi nedir?
Bunlar ‘bir savaşın
ritüelleştirilmesi’ yahut onun sembolik olarak
bir başka bağlama taşınmasıdır.
Dolayısıyla, mahkûmiyetin veya ‘davayı kaybetmenin’
kendisi, zaten sizin tasarladığınız mahkemenin adaletini kabul etmek, sizin
elinize düşmektir. Düşman burada artık ‘kanun’ haline gelmiştir. Sizi öldüren
gerçek dünyadaki güçlü düşmanınız değil, ihtilafınızın onun tarafından
taşındığı bağlamdaki ‘adalettir. Onun adaleti. Ne kadar çarpıtılırsa çarpıtılsın, bu hal hep insanlığın
idrak edebileceği sınırlarda, gözünün önünde durdu. Tevfik Fikret’in söylediği
gibi:
“Kanun diyoruz, nerede o mecud-ı muhayyel?
Düşman diyoruz, nerede bu? Hariçte mi biz mi?
Hürriyetimiz var diyoruz; şanlı, mübeccel
Düşman bize kanun mu, ya hürriyetimiz mi?
Bir hamlede biz bunları kahrettik en evvel”.124
O yüzden de bu işin
kavrayışımızın dışında kaldığını düşünmeyin. Bunu bir kere kavrayanın;
öldürülmesi veya kapatılması mümkün olduğunda bile, bu yolla yenilmesi yahut
yönetilmesi mümkün değildir.
11 Eylül’den sonra dünyada yaşanan tecrübe, Terörle Mücadele Yasaları’nın bir ‘hukuki kapsamdan’ daha çok, bir ‘yönetim kapsamı’ taşıdığını göstermektedir. Aksi halde tüm dünyada en önemli ‘ihraç malı’ haline gelen Terörle Mücadele Yasası furyasını açıklayamayız. Türkiye de bu furyanın etki sahasında bulunan ülkelerden biridir. Bir somut tecrübe yahut bir somut tehdit veya olaydan ziyade bir siyasal biçimlendirmeyle karşı karşıyayız. Keza bu yeni terör istisnasının üretilmesi sürecinin siyasetin temel araç ve varlık yapılarının daraltılması veya yok edilmesi ile ilgili bir sonucu olmuştur. Bu noktada siyasal şiddetin bütün siyasal altyapı ve bağlamları yok edilmiş; ‘partizan’, ‘militan’, ‘taraftar’, ‘sempatizan vb. gibi siyasal mücadelelerin tarihsel derinliklerine ilişkin temel siyasal figürler yerini tarihsel ve yerel bağlamlar ne olursa olsun yalnızca ve yalnızca bir ‘terörist ’ adlandırmasına bırakmıştır. Bu durum, siyasetin tarihsel-toplumsal-sınıfsal-kültürel vb. gibi düzeylerdeki içerikleri, derinlikleri ve taraflarına ilişkin bütün o zengin dokunun zayıflatılması ve en sonunda da ‘terörist’ adlandırması ile tamamen içinin boşaltılması anlamına gelmektedir. Böylece ‘terörizm istisnası’ her türlü muhalif siyasetin dışlanması yoluyla siyasetin hayatımızdan giderek daha çok silinmesi yönünde ciddi sonuçlar da doğurmuştur.
Tam da bu nedenle siyaseti, hayatı kuşatan ve de yok
eden bu sürece karşı mücadelenin de bir süre sonra ‘terörizm istisnası’
tarafından ‘terör’ olarak işaretlenmesi olağan kabul edilmelidir. Bugün bizim
yaşadığımız tecrübenin siyasi ve hukuki açıklaması işte burada, Terör hukuku ve
istisnasında yatmaktadır.
Türkiye tecrübesi artık
siyaset yapmanın bütün imkânlarını -salt siyasal şiddeti değil- terör suçu
olarak kabul ediyor. Dava dosyasında suçlama konularından biri bu anlayışın
geldiği son noktayı göstermesi açısından son derece önemlidir. Keza artık
siyasal suç-terör suçu tartışmasının kendisi dahi ‘terör suçu’ olarak kabul
edilmektedir.125
Dava dosyasında Belçika Yargıtay’ı önünde yapılan bir
savunmaya ait dilekçede bulunan; ‘DHKP-C’nin
terör örgütü değil siyasal şiddeti meşru kabul eden bir örgüt olduğuna’ ilişkin tartışmanın kendisi terör suçu kanıtı olarak sunulmaktadır.
Oysa tartışma açıktır. ‘Tedhiş’, terör eyleminin temel izleklerinden biri
olarak kabul edilmektedir. Ve de tedhişin en önemli özelliklerinden biri tedhişe
ilişkin hareketlerin sadece düşmana değil tamamen masum ve hareketle ilgisi
olmayan kişilere de yöneltilmesidir. Dilekçede DHKP-C’nin 3. kişileri hedef
almadığı bu kişilerin eylemlerden zarar görmesi halinde özür dilediği, uğradıkları
zararlar varsa bunları tazmin ettiği gerçeği vurgulanmıştır. Tartışmanın
kendisinin suçlamaya dönüşmesi, sürecin en tipik belirtisidir.
İşte bu sürece karşı mücadele eden en etkili figür olarak, siyasi ceza davası avukatının ‘terörist’ olarak ilan edilmesine duyulan ihtiyaç buradan kaynaklanmaktadır.
Önce gündelik yaşamının her alanının nasıl artarak bu özel hukukun çalışma alanına dönüştüğüne ilişkin bir fikir verelim. İbrahim Çuhadar’ın cenazesine katılmak suçlamasının nasıl bir ‘klan ilkesi’ ile çalıştığını ve kolektif sorumluluk çağırdığını konuşmuştuk. Şimdi İbrahim ile kurulan daha garip bir bağlantıyı daha konuşabiliriz.
Avukat Behiç AŞÇI’nın ölüm orucu eylemine başlamasıyla ilgili 2006 Nisan ayında yapılan bir etkinliğe katılmak da suçlamalar arasındadır. Yalnız savcılık bu ‘etkinliğe katılmayı’ bir suçlama konusu haline getirmemiştir. Savcılığın üzerinde durduğu ve suçlamaya dönüştürdüğü nokta, aynı etkinliğe, 2012 yılında Gazi Mahallesi Polis Karakoluna yönelik Feda eylemi yapan İbrahim ÇUHADAR’ın da katılmış olmasıdır.
Yeni bir suç düzeyiyle
karşı karşıyayız. Terör hukukunun ilk doğduğu dönemde, buna birinci aşama
dersek, silahlı eyleme katılmak suç olarak düzenleniyordu.
Terör hukukunun gelişimiyle
birlikte, ikinci aşama diyebiliriz, silahlı eylemin gerçekleştiği zaman dilimi
içerisinde bu eylemi gerçekleştiren kimselerle yürütülen her türlü ilişki suç
olarak kabul edilmeye başlandı.
Savcı Adem yeni bir dönem başlatıyor, buna da üçüncü
aşama dersek, silahlı eylemi gerçekleştiren kişiyle ‘6 yıl önce’ aynı yerde bulunmak
ve bu uzun zaman diliminde bir ilişki sürdürdüğüne dair başka bir suçlama
olmaksızın, salt bu nedenle, ‘ terörist’ ilan edilmek!
Savcılığın hukuk
dünyasına katkısı bununla da sınırlı değil. Açık alanda yapılan eylemlere -ki
bazılarına on binlerce kişi katılmış- katılmayı da suç olarak nitelendiriyor.
Tabi yeni bir hukuksal standartla; bu noktadaki gelişimi de aşamalarıyla
ortaya koyabiliriz.
Aşama, açık alan toplantı/
açıklamalarına katılmak düşünce ve ifade hürriyetidir.
Aşama, açık alanda yapılan
açıklamada yasadışı örgütün flamasını taşımak sloganını atmak, pankart taşımak
suçtur.
Aşama (Savcı Adem tarafından
keşfedilmiştir.) Evet, slo-
gan atmıyor; flama- pankart vs. taşımıyor ama oradaki varlığıyla örgüt mensuplarına güven veriyor! İnanılmaz değil mi ? Devam ediyor, yasadışı örgüt bayrağı var ama siz bu bayrağı ne ‘yaptığınıt, ne ‘getirdiğiniz’ ne de ‘taşıdığınız’ için değil, tanınmayan üçüncü kişilerce kafanızın hemen yanında tutulduğu için suçlanıyorsunuz.
Yasanın elverdiği
belirsizlik eşiğinin savcı tarafından alabildiğine kötüye kullanılması
nedeniyle yargının insani hayata dair her fiili ceza konusu yaptığı bir
tarihsel dönemden geçiyoruz.
Adli istatistik genel müdürlüğünün kamuoyuyla paylaştığı istatistiklere
göre;
2001-7057
2008-9823
2002-7986
2009-35362
2003-5855
2010-33405
2004-3645
2011-38221
2005-3907
2006-6404
2007-8509
Mahkûmiyet kararı verilmiştir.
AKP iktidarı döneminin
sonunda mahkûmiyet oranın 5 kat arttığı anlaşılmaktadır.
Tüm ceza davalarında verilen kararlar içerisinde Terörle Mücadele
Yasası kapsamında oranı verilen kararların;
2007 – 0.4
2010 – 1.3
2008 – 0.5
2011 – 1.4
2009 – 0.9
2012 – 1.6
Benzer oranı çok daha kısa dilimde yakaladığı anlaşılmaktadır. Şüpheli
sayısı oranı
_________ TMK_____
2009-0.8 2010-0.9
Yargılamalarda verilen kararlar içerisinde (özel
kanunlar ) TMK oranları da çarpıcıdır.
2007-0.4
2010-0.7
2008-0.3
2011-1.6
2009-0.5
2012-1.3
Benzer artış 2911 sayılı yasa kapsamında da
görülmektedir.
2007-0.4
2009-0.9
2008-0.5
2010-1.3
Tüm bu rakamlar yargının, düşünce ve ifade hürriyeti başta olmak üzere, insani yaşamın kendisini ‘suç’ haline getirdiğini göstermektedir.
Türkiye de terörizm kavramı üzerinden ‘geçici’ ve ‘olağanüstü’ bir tehdit algılaması yaratılması 1960’lı yılların sonlarından itibaren başlar. Kuraldışı hukuksal/ siyasal önlemlerin zaman içerisinde bütünsel bir siyasal/ hukuksal bedene aktaran siyasal iktidar, 1970’lerle beraber yeni bir siyasal düzenin içerisine girer.
Türkiye’de ‘terör hukukunun’ oluşum süreci konusunda iki farklı dönem
tespit etmek gerekir. Bu dönemler; terör durumuna ilişkin olağanüstü bir gerçek
tehlike tespiti ve buna dayanan kuraldışı önlemler ile bu kuraldışı önlemlerin
bir kurala dönüşmesi sürecini temsil eder.
1970’lerden itibaren yürütülen çeşitli yasalaştırma çabaları ve buna uygun biçimde terörizmin olağanüstü hal ve olağanüstü ceza hukuku olarak kuruluşu çabaları birinci dönemi; 1970’lerden başlayarak 1991’de bütün sonuçlarına kadar ulaşan gerçek anlamda ve bir olağan ceza hukuku olarak biçim kazanma süreci de ikinci dönemi temsil eder. Yasal süreçlere bakıldığında her iki dönem arasında belirgin bir farklılaşma gözlemlenmesi zordur. Keza her iki dönemde de benzer ve hatta aynı sayılabilecek bir hukuksal mevzuat ve buna özgü üretim yöntemleri söz konusudur. Bu nedenle her iki dönem birbirine bağlıdır. Fakat son dönemin en önemli farkı, geçmişin belirli bir bağlam üzerinden kurulan bütün yasal birikimini bir siyasal düzen içinde ve egemen bir karar olarak açık biçimde ilan etmesidir. Bu dönemde artık Terör Yasaları corpusu, düzenin temel hukuki yönetim biçimi haline gelmiştir. Modern hukuk devletinin, ‘kanunsuz suç ve ceza olmaz’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ gibi ilkeleri bu kez yeni ve karmaşık bir siyasal-hukuki ifadeye dönüşmüştür. Kurumsal çerçeveden bakıldığında bu yasaların en temel sonucu özellikle yürütme ve yargı arasındaki ilişkinin yeniden tanzim edilmesi ve yürütmenin yargı benzeri bir kurum olarak yenilenmesi ve yargının yürütme karşısındaki etkinliğinin azaltılması göze çarpmaktadır. Diğer yandan polis-asker ve diğer güvenlik güçlerine ilişkin kategorik ayrımların yerini merkezileşmiş tek bir güvenlik merkezine bırakması diğer dikkat çekici bir özelliktir.
Türkiye’de terör hukuku ve istisnası meselesine
değinmeden önce bu istisnanın içinde kendini yarattığı olağanüstü rejime bakmak
gerekmektedir. Keza tüm bu hukuki-siyasal süreçler birbirine kopmaz bağlarla
bağlıdır.
Türkiye’de olağanüstü rejimin büyük ölçüde ve abartısız biçimde olağan rejim haline dönüştürüldüğünü istisna ve geçici olmaktan çıkarılıp kalıcı kılındığını belirtmek gerekir.
Yine 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1980, 27
Nisan 2007 tarihlerinde askeri müdahalelerin gerçekleştiği, bu dönemlerin önce
ve sonrasıyla olağandışı rejimin salt hukuki olarak ifade edilmesini yetersiz
kıldığı bir pratiğin varlığı da unutulmamalıdır. Bu nedenle; olağanüstü rejimi
iki farklı düzlemde, birincisi yasal hukuki bir alanda ikincisi
kuraldışı-hukuk dışı bir alanda düşünmek, tartışmak gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten 30.11.2002 tarihine
kadar olağanüstü rejim ile yönetilmiştir. 1923-1987 tarihleri arasında toplam
olarak 25 yıl 9 ay 18 gün sıkıyönetim yürürlükte kalmıştır. Sıkıyönetimin tüm
ülkede sona erdirilmesinin ardından (19 Temmuz 1987) olağan yönetim usullerinin
uygulanmasına geçilmemiştir. Başka deyişle 19 Temmuz 1987 ile 30.11.2002
tarihleri arasındaki 15 yıl 4 ay 11 günlük sürede bu kez de olağanüstü hal
isimli başka bir olağandışı yönetim usulünün yürürlükte tutulduğu evre
olmuştur. Bu tarihler güncelleştirildiğinde 29 Ekim 1923 – 29 Ekim 2013
tarihleri esas alındığında cumhuriyet rejiminin 41 yıl 1 ay 29 günü olağanüstü
rejim altında geçmiştir.
Bu veriler göstermektedir ki olağanüstü rejim, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin neredeyse yarısında tek başına ülkenin yönetim usulünü belirlemiştir.
Bu süre dahi Türkiye özelinde olağanüstü rejimin olağan-sıradan bir rejim
niteliği kazandığını göstermektedir.
Bu olağandışı yönetim usullerine Türkiye tecrübesiyle bakarsak, her ne kadar Anayasa’da yahut hukuksal alanda sıkıyönetim ve olağanüstü hal başka şartlar altında [birbirine yakın olmakla birlikte] uygulanması düşünülmüş farklı tedbirler içeren olağanüstü rejimler olsa da uygulamada aralarındaki farkın neredeyse silindiği görülmektedir. Bu nedenle tüm bu anayasal olağanüstü rejim dönemini birlikte (sıkıyönetim ve olağanüstü hal) değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Burada asıl olarak hukuk dışı alana ilişkin önemli bir
parantez açma ihtiyacı bulunmaktadır. Katliam, kaçırma, infaz, kaybetme vb.
türde eylemlerle gelişen hukuk dışı alana ilişkin tarihsel bir liste verilirse
ki her şekilde eksik kalacaktır ancak bir fikir verme ihtiyacını giderecektir;
Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924,
Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat-31 Mayıs 1925,
Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı 9-12 Ağustos 1925,
Sason Ayaklanması 1924-1937,
Ağrı Ayaklanması 16 Mayıs-17 Haziran 1926,
Koçuşağı Ayaklanması 7 Ekim-30 Kasım 1926,
Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927,
Ağrı Harekâtı 13-20 Eylül 1927,
Bicar Tenkil Harekâtı 7 Ekim-17 Kasım 1927,
Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs-3 Ağustos 1929,
Tendürek Harekâtı 14-27 Eylül 1929,
Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs-9 Haziran 1930,
Zeylan Ayaklanması 20 Haziran- 5 Eylül 1930,
Ağrı Harekâtı 7-14 Eylül 1930,
Pülümür Harekâtı 8 Ekim- 14 Kasım 1930,
Dersim Tedip Harekâtı 1937-38, Köy
baskınları (silah araması adı altında), köy yakmalar…
İkinci bir liste;
1921 Mustafa Suphi ve 14’ler,
6/7 Eylül 1955 Olayları,
Kanlı pazar 15/16 Haziran 1970,
Komando ve faşist saldırılar,
1 Mayıs 77,
16 Mart Beyazıt,
24 Aralık Maraş,
Çorum, Elazığ Katliam ve girişimleri,
Bahçelievler Katliamı,
Sivas, Gazi Katliamları ev baskınları ve polis infazları,
Sokak infazları,
Gözaltında kayıplar,
İşkencede öldürülenler,
Buca, Ümraniye, Diyarbakır,
Ulucanlar ve 19 Aralık başta olmak üzere hapishane katliamları…
Liste çok daha uzun, bilanço ağır…
Parantez sadece bir fikir vermek için.
SIKIYÖNETİM VE HUKUKSAL DAYANAKLARI
Hukuki olağandışı yönetim usulü olan sıkıyönetim ve olağanüstü halin
Türkiye’deki yasal dayanakları oldukça zengin bir mevzuat birikimine sahiptir.
Bu durum olağandışı usulün olağan yönetim biçimine dönüştürüldüğünün başka bir
kanıtı olarak düşünülmelidir.
Peki, Türkiye’de sıkıyönetim ve olağanüstü halin yasal serüveni nedir?
Türkiye’de uygulanan sıkıyönetim rejimlerini iki ana
gruba ayırabiliriz.
Hukuksal Sıkıyönetimler
De Facto Sıkıyönetimler
Daha ayrıntılı bir tablo çıkarmak gerekirse;
Hukuksal dayanağı olan Sıkıyönetimler
1920-1931 sıkıyönetimi
1940-1947 sıkıyönetimi
1955-1980 sıkıyönetimi
1984-1987 sıkıyönetimi
De Facto ‘Rejim’ sıkıyönetimleri
27 Mayıs 1960 sıkıyönetimi
12 Mart 1971 sıkıyönetimi
12 Eylül 1980 sıkıyönetimi
Cumhuriyet rejiminde başlıca üç sıkıyönetim yasasından
söz etmek olanaklıdır. Bunlar;
22 Mayıs 1940 tarih ve 3882 Sayılı
Örfi İdare Kanunu,
12 Mayıs 1971 tarih ve 1402 sayılı
Sıkıyönetim Kanunu,
12 Eylül 1980 sonrasında {1402
sayılı} yapılan radikal değişikliklerle yeni bir hüviyete kavuşan ve halen
yürürlükte olan 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasası
Bu yasalar sivil rejimin askıya alındığı De Facto rejim (12 Mart
ve 12 Eylül) sürecinde biçimlendirilmişlerdir. İncelendiğinde yasaların
gittikçe artan anti-demokratik bir içeriğe sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Yasalar geniş
bir kapsama sahiptir: ‘Sansür, vur emri, iç sürgün,
görevden uzaklaştırma, arama ve el koyma yetkisi, sokağa çıkma yasağı, bölgeye
girmeme ve bölgeden çıkma yasağı, öğretime ara verme, ülke dışında askeri
operasyon (sıcak takip), savunma hakkının sınırlandırılması, gözetim süresinin
uzunluğu, sıkıyönetim komutanına tanınan yargısal yetkiler, sıkıyönetim
yargısında sanık aleyhine düzenlemeler ( cezaların tedbirlerinin birisine ya da
para cezasına çevrilememesi, ertelenememesi, iyi hal nedeniyle indirim yasağı)
ihbarcılığın teşvik edilmesi, temyiz hakkına getirilen sınırlamalar’ bu noktada
getirilen hak kısıtlamalarından bazıları olarak sayılabilir.
Sıkıyönetim rejiminin en önemli özelliği ‘süre ve mekân’ olarak sınırlı
olmasıdır. Sıkıyönetim ancak belirli bir süre içerisinde ve belirli bir alanda
uygulama şansı bulur. Ancak Türkiye pratiğinin bu klasik sıkıyönetim
özelliklerini esnekleştirdiğini söyleyebiliriz. Hem süre açısından hem de mekân
açısından bir sarkmadan söz edebiliriz. Kuşkusuz bu durum sıkıyönetimin daha da
ağırlaştırılmış bir rejim biçimine dönüşmesine neden olmuştur.
Türkiye’de sıkıyönetim rejimi doğurduğu etkiler bakımından resmi
olarak ilan edilen süre ile sınırlı biçimde kavranamaz. Başka değişle,
olağanüstü rejim, özellikle sıkıyönetim faaliyetlerini sürdüren çeşitli
kurumları ile sıkıyönetim sonrasına yani olağan rejim sürecine de sarkmaktadır.
Sıkıyönetim Mahkemelerinin sıkıyönetim kaldırıldıktan
sonra görevlerini sürdürmeleri, baktıkları davalar sonuçlanıncaya kadar görev
yapmalarının düzenlendiği 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasa- sı’nın 23. maddesi bu
kapsamda değerlendirilmelidir. Bu hüküm dolayısıyla 19 Temmuz 1987 tarihinde
sıkıyönetim kaldırılmasına rağmen Sıkıyönetim Mahkemeleri 30.12.1993 tarihine
kadar hüküm vermeyi sürdürmüşlerdir.
Aynı vahamet geriye dönük olarak da vardır. Olağanüstü rejimin
etkilerini sadece resmen ilan edilen sürede göstermesi gerekirken bu ilkeye de
uyulmamıştır. Örneğin sıkıyönetim ilanına dek yasal olan hatta hiçbir
kovuşturmaya konu olmayan eylemler ‘sıkıyönetim ilanını gerektiren hallere
bağlı eylemler’ olarak nitelendirilerek 1402 Sayılı Yasa ile kurulan
Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılama konusu yapılmıştır.
Sadece süre açısından değil mekân açısından da sınırlı olması gereken
sıkıyönetimin bu özelliğinin de aşıldığı görülmektedir. Keza sıkıyönetim
yasasında, ilanı ile getirilen önlemlerin yürürlüğe konduğu yerler dışında da
uygulanmasına yol açan hükümler bulunmaktadır.
OLAĞANÜSTÜ HAL VE HUKUKSAL DAYANAKLARI
Türkiye’de Olağanüstü Hal Rejiminin Hukuksal Dayanakları
25 Ekim 1983 Tarih ve 2935 Sayılı
Olağanüstü Hal Kanunu’nun,
10 Temmuz 1987 tarih ve 285 Sayılı
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararname,
15 Aralık 1990 tarih ve 430 sayılı
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ve Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak
İlave Tedbirler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname,
9 Mayıs 1990 Tarih ve 424 Sayılı
Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kanun Düzeninin Bozulması Sebebine Dayalı
Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak İlave Tedbirlere İlişkin Kanun
Hükmünde Kararname,
Burada ilk bakışta
dikkati çeken husus, bir olağandışı yönetim rejimi olan Olağanüstü Hal ile
ilgili düzenlemelerin Anayasa’nın düzenlemenin ancak kanun yolu ile
yapılabileceğine ilişkin açık düzenlemesine rağmen Kanun Hükmünde Kararname
yoluyla yapılarak yasama organının devre dışı bırakılmasıdır. Bu hususun
Anayasa Mahkemesi tarafından iptale konu yapılması üzerine aynı içerikli yeni
bir KHK yapılarak rejimin devamının Anaya- sa’ya rağmen sağlandığı da
belirtilmelidir.
1980 darbesinin
getirdiği sıkıyönetim uygulamalarını kademe kademe kaldırılması ile ortaya
çıkması beklenen açığın Olağanüstü Hal tedbirlerinin uygulanmasıyla
giderilemeyeceği düşünülmüştür. Bu amaçla sıkıyönetim rejimi önlemleri
olağanüstü hal rejimine ihraç edilmiştir. Sıcak takip bu önlemlerden biri
olarak sayılabilir. Bu noktada diğer bir örnek de yargısal denetime ilişkindir.
Sıkıyönetim komutanlarına tanınan yetkilerin kullanılmasına ilişkin idari
işlemler hakkında iptal davası açılmamasına ilişkin düzenlemenin (Sıkıyönetim
Yasası’nın Ek 3.mad) benzeri Olağanüstü Hal Yasası’nın 33. maddesinde
bulunmaktadır. “Valilerin bu kanunun verdiği yetkileri
kullanarak yapacakları idari işlemlere karşı açılacak davalarda yürütmeyi
durdurma kararı verilemez”. Yine, 285 sayılı
KHK ile Olağanüstü Hal Bölge Valisinin idari tasarrufları için de dava
açılamayacağı düzenlenmiştir.
Olağanüstü hal uygulaması Anayasa’da yeri olmayan bir
yönetim rejimi, olağandışı özel bir statü, Bölge Valiliği yolu ile sürdürülmüştür
ve de bu düzenleme kanunla değil KHK ile yapılmıştır.
Bu kapsamda bölge valisi olarak sırasıyla; Hayri
Kozakçıoğlu, Necati Çetinkaya, Ünal Erkan, Necati Bilican, Aydın Arslan ve
Gökhan Aydıner atanmıştır.
Kozakçıoğlu (Bakan),
Çetinkaya (AKP Genel Başkan Yardımcısı), Erkan bu görevlerinden sonra
milletvekili olmuş bakanlık yapmışlardır. Çetinkaya hali hazırda AKP
milletvekilidir. Görev yapanlar içerisinde sadece Aydın Arslan’ın kariyerini
devam ettiremediğini görüyoruz. Bu durum devletin kendisini unutmasından değil
görev başındayken yaşamını kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. Son vali Aydıner
ise bu görevi takiben Emniyet Genel Müdürlüğü’ne getirilmiştir.
Yukarıda sıkıyönetim
rejimi için bahsettiğimiz ‘mekân’ olarak sınırını aşma eğilimi olağanüstü hal
rejimi için de geçerlidir. 285 sayılı KHK ile ‘mücavir iller’ denilerek
olağanüstü halin ilan edilmediği iller de önlemlerin etki alanına alınmıştır.
Anayasa’ya göre sıkıyönetim, olağanüstü halden daha ağır
bir tehlike haline dayanmasına ve mantıksal olarak İkincisinin doğuracağı
önlemlerin ilkine göre daha hafif olması gerekliliğine karşın, mevcut
düzenlemeler ışığında; ‘sansür, iç sürgün, öğrenime ara verme, bölgeye
giriş-çıkışı yasaklama, her türlü yayının denetlenmesi ya da kayıtlanması,
sokağa çıkma yasağı koyma, kişilerin konutların ve üstlerin aranması, toplantı
ve gösteri yürüyüşü, grev yasağı koyma vb. ’ önlemler getirildiği görülmektedir. Böylece sıkıyönetim ve olağanüstü
hal önlemleri bütünleşmektedir.
Bölgede kamu düzeninin
bozulmasına veya bölge halkının ‘heyecanlanmasına’ neden olacak her türlü basılmış eserin dağıtımı, süreli veya süresiz
yasaklanabilir. Bu nedenle 30’a yakın gazete ve derginin dağıtımı
yasaklanmıştır.
OHAL illerinde kamu
düzenini bozan veya kamu düzeninin bozacağı kanısını uyandıran kişi veya
topluluklardan gerekli görülenler, bölge valisinin takdiriyle bölge dışına
çıkarılabilir. Bu yetki sayesinde yüzlerce kamu görevlisi ‘sakıncalı’ oldukları
gerekçesiyle sürgün edilmişlerdir.
OHAL valisi grev,
lokavt yetkisinin kullanılması, referandum ve sendikal faaliyetleri
durdurabilir. Boykot, iş yavaşlatılması gibi hareketleri yasaklayabilir. Bu
nedenle OHAL süresince 1 Mayıs açık alanda kutlanamamıştır.
OHAL uygulamasına neden olan suçlarda tutuklu ve hükümlüler soruşturma
için OHAL valisinin talebi DGM’nin de onayıyla her defasında onar günlük
süreyle hapishaneden alınabilir.
Gecikmesinde sakınca görülen hallerde polis arama izni olmaksızın ev
baskını, çizgi araması yapabilir.
OHAL Valisi yerleşim birimlerini boşaltma ve yerlerini değiştirme
yetkisine sahiptir.
OHAL gerekçesiyle güvenlik görevlileri durmaksızın ateş etme yetkisine
sahiptir. Bu yetkiler ‘cömertçe’ kullanılmıştır ve fatura dehşet vericidir.
15 yıllık OHAL döneminde 23535 Gerilla, 5050 Güvenlik Görevlisi, 4485
Vatandaş, 307 Memur hayatını kaybetmiştir.
Üç bini aşkın yerleşim biriminden 4 milyon insan ‘zorunlu’ göçe
zorlanmıştır.
Bu bilançoya kayıplar ve toplu mezarlar dâhil değildir. Bilançonun oluşmasından birinci derecede sorumlu bölge valilerinin bırakınız yargılanmayı siyasi kariyerlerini yükselerek sürdürdükleri dikkatinizden kaçmamalıdır.
Türkiye’de ‘terör’ nedeniyle başta temel hak ve hürriyetler olmak üzere
hakların sınırlandırılmasına yönelik tedbirlerin, olağandışı rejim türleri olan
sıkıyönetim ve olağanüstü hal yöntemiyle hayata geçirildiğinden ve bu rejimin
2002 yılına kadar devam ettiğinden söz ettik.
Hukuk düzeni içerisinde kalıcı bir terör istisnası yaratan 3713 Sayılı Terörle Mücadele Yasası 8 Nisan 1991 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla 1991-2002 yılları arasında ülkenin bir bölümünde çifte bir istisna yaratılmıştır. Bu durum çifte bir olağandışılık yarattığından daha tahrip edici olmuştur.
28 Nisan 1971 tarihinde İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Zonguldak, İzmir,
Eskişehir, Ankara, Adana, Hatay, Diyarbakır ve Siirt illerinde sıkıyönetim
ilanına dair karar önceki sıkıyönetim kararlarından ayrılıyordu. Keza “ideolojik
maksatlarla devletin temel nizamına, yurt bütünlüğüne, vatan ve laik
cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli kalkışma”
cümlesi bir sıkıyönetim kararında ilk kez kullanılıyordu. Daha önce kamu
düzeni ve güvenliğini tehdit eden somut bir olay nedeniyle hukukun askıya
alınması devri, bu kararla birlikte yerini artık ‘ideolojik nedenlerle’ hukukun
askıya alınmasına bırakıyordu.
Elbet buradaki ideoloji ile sosyalizm ve komünizm ifade edilmektedir.
Artık sosyalistler-komünistler başkaca bir özellik aranmaksızın düşman ilan
edilmektedir. Bu kararla 1990’larda tam ifadesini bulacak ‘terör formu’
oluşturulmaya başlanmıştır.
Bu sıkıyönetimi izleyen dönemde açılan siyasi davalarla eylemli bir
terör hukuku oluşturulmuştur. Bu noktada özellikle THKP-C ve THKO davaları
dikkat çekicidir. 26.6.1973 tarihinde kalıcı bir özel yetkili mahkeme (DGM)
kurulmuştur. Temel hak ve hürriyetlerin terör tehdidi nedeniyle sınırlandırılması
amacıyla birçok yasal düzenleme yapılmış, yeni yasalar çıkartılmıştır.
Bu dönemde toplumsal muhalefetin özellikle işçi sınıfının gücü
nedeniyle bir ‘terör corpusu’ oluşturulamamıştır. Toplumsal muhalefetin
sendikalar öncülüğünde yürüttüğü kampanyalar ile DGM’lerin hiç çalışmadan
kapatılması bunu göstermektedir.
Siyasal iktidar, açığı, operasyon ve hukuk dışı yöntemlerle kapatmaya
çalışmıştır. Bu dönemde ilk kez polisin düzenlediği ev baskınlarında insanlar
katledilmeye başlanmıştır. İnfazlar bir süre sonra sokaklarda ve dağlarda da
sürmüştür. Yine bir listeden takip etmek istersek;
30 Mayıs 1971’de Nurhaklar’da
Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan,
1 Haziran 1971’de Maltepe’de Hüseyin Cevahir,
19 Şubat 1972’de Arnavutköy’de Ulaş Bardakçı,
9 Mart 1972’de Ankara’da Koray Doğan,
30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir
Çayan, Cihan Alptekin, Saffet Alp, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai
Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saru han, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz,
24 Ocak 1973’te Dersim’de Ali
Haydar Yıldız,
10 Mart 1973’te İstanbul’da Ahmet
Muharrem Çiçek,
18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da
İbrahim Kaypakkaya katledilmiştir.
Bu dönemden başlayarak 12 Eylül 1980 Askeri Darbesine kadar devlet
destekli sivil faşist saldırılar, kitlesel katliamlar da yaşanmıştır.
Devletin fiili müdahaleyi, hukuksal inşaya tercih ettiği bu dönemde,
bu nedenlerledir ki bir terör corpusu oluşmamıştır. Ancak fiilen de olsa
kalıcı ve sürekli olarak Temel Hak ve Hürriyetlerin kısıtlandığını hatta
ortadan kaldırıldığını belirtebiliriz.
Türkiye’de kalıcı hukuksal ‘terör istisnası’ 8 Nisan 1991 tarihinde
çıkarılan 3713 Sayılı Terörle Mücadele Yasası ile sağlanmıştır.
Yasanın ek maddeleriyle 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı bazı
sonuçların ortadan kaldırılması yasanın kamuoyu ve hukukçu- larca tam olarak
tartışılmasını ve de anlaşılmasını engellemiştir. Çünkü yasanın ek
maddelerindeki düzenlemelerle 12 Eylül Dönemindeki yargılamalarla şartlı
salıverme hükümleriyle sanıklar- hükümlüler lehine kısmi olarak ortadan
kaldırılmaktadır. Yine Türkiye’de Düşünce ve İfade Hürriyetinin önündeki en
önemli yasal engeller olarak görülen TCK’nın 141- 142 ve 163. Maddelerinin
kaldırılması düzenleniyordu. Tüm bunlar Terörle Mücadele Yasası’nın, onun
getireceği tehlikenin kamuoyunun gündemine vaktinde girmesine engel olmuştur.
Bu yasa 5 Nisan 1991 tarihinde yapılan Milli Güvenlik
Kurulu toplantısında kararlaştırılmış, daha sonra hükümet tarafından Meclise
Kanun Tasarısı olarak sevk edilip yasallaştırılması sağlanmış-
tır. Meclis’te hatta hükümette yeterli bir tartışmanın yapıldığını
söyleyebilmek de elbette mümkün değildir.
Yasa, Ceza Mahkemesi hukukunun benimsediği tüm ilkeleri askıya alacak
düzenlemeler içermektedir. ‘Kanunsuz suç olmaz’, ‘kuvvetler ayrılığı’ ve ‘doğal
yargıç ilkesi’, ‘terör istisnası’ gerekçesiyle askıya alınıyordu. Bu yasayla,
artık hukuk düzeninin içinde ama hukuk düzeninin askıya alındığı ‘çıplak
hayat’ yaratılmış oluyordu.
Yasanın Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülmüş Anayasa Mahkemesi;
27.1.1993 tarihinde verdiği kararla savunma hakkını tamamen ortadan kaldıran (3
avukat sınırlandırması-avukatların müvekkilleriyle görüşmelerinin
denetlenmesi) düzenlemeleriyle, devlet güçlerinin yargılamalarının tutuksuz
sürdürüleceğine ilişkin düzenlemeyi iptal ederken diğer yönlerden yapılan
iptal başvurularını reddetmiştir.
Gerek bu karardaki kimi hâkim görüşleri (mesela İhsan
Peker) gerekse de meclis tartışmalarında ANAP ve
DYP parti grupları adına yapılan konuşmalarda öne sürülen gerekçelerin işaret
ettiği yer; ‘söz konusu devletse gerisi teferruattır’ anlayışıdır.
11 Eylül’den sonra uluslararası alandaki yasa değişikliği / yasa yapma
furyası döneminde bu konuda hazırlanan bütün uluslararası sözleşmeler
imzalanmıştır. 2006 Yılında ise kapsamlı düzenlemelerle Temel Hak ve
Hürriyetleri daha da kısıtlayan tahkimat hayata geçirilmiştir. 1993 yılında
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen tüm düzenlemeler yasallaştırılmıştır.
Yine terör hukuku mevzuatı ‘terör istisnasının’ diğer yasaların
içerisine yerleştirilmesiyle daha da güçlendirilmiştir.
Bu kapsamda PVSK’da düzenlemeler yapılırken Tanık Koruma
Kanunu, Kara Paranın Önlenmesine Dair Kanun çıkartılmıştır. Netice olarak
Terörle Mücadele mevzuatına baktığımızda her türlü hukuksal güvenceden yoksun,
siyasal iktidarın şiddetine açık bir alanın yaratıldığını görüyoruz.
Tüm bu gelişmeler hali hazırda bu ülkeyi tüm dünyanın en çok siyasi
tutsağının bulunduğu ülke haline getirmiştir.
Terörle Mücadele Yasası’nı madde madde incelediğimizde hem bu durumun nedeni hem de vahameti açığa çıkmaktadır.
3713 SAYILI TERÖRLE MÜCADELE YASASI ‘TERÖR TANIMI’
Madde-1 (Değişik birinci fıkra: 15/7 2005- 4928/20 md.) “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemdir.” (Mülga ikinci ve üçüncü fıkralar:29/6 2006- 5532/17 md.)
Kanunda öngörülen bu tanıma, gerçeklik öngörüleri açısından
bakıldığında, neredeyse her türlü eylemin içeriğine eklenebileceği bir
belirsizlik alanı yaratıldığı görülür. ‘Her türlü siyasal eylem ve demokratik mücadele
bu tanıma rahatlıkla yerleştirilebilir’. Bu geniş belirsizlik alanı çok önemli
bir meseleyi de beraberinde getirir. Bu, kanunun gerçekte ne olduğuna yönelik
bir karar sorunudur. Bir yandan kanun kendi gerçekliğini sınırlayabilecek bir
yasal/ anayasal iddia üzerinde otururken; diğer yandan da gerçekte bunun ne
olduğu kararı ancak bir egemen mercii tarafından karar verilebilir hale gelir.
Siyasal alanın tamamen devlet tarafından ele geçirilmesi ve bu
çerçevede bir ‘içleme-dışlama’ siyasal ilişkisine girilmesini burada görmek
mümkündür. Bir kavramın tanımlanması ile aynı kavramın içeriği ve kapsamı arasındaki fark, en
açık biçimiyle burada ortaya çıkmaktadır. ‘Terörizm’ bir tür şiddet pratiği
olarak tanımlanmaktadır, fakat aynı anda ‘siyasal’ kavramının neredeyse bütün
dağılımlarını kuşatacak bir etki alanına sahip olduğu, kendisiyle yarışan
hiçbir ‘siyasal’ mücadeleye izin vermediği ve siyasetin bütün içerik ve
sınırlarını kendi varlığı olarak belirlediği görülmektedir.
‘Terörizm’ sadece
politik araçlara ilişkin olarak değil aynı zamanda politik amaçlara ilişkin
bir olgu olarak tarif edilmektedir.
Oysa terörizm, tarihsel
gelişim süreci incelendiğinde ‘politik amaçlara’ dair bir tanım değil ‘politik
araçlara’ dair bir tanımdır. Terörizm amaçta değil araçtadır. Eğer bu bir
belirsizliğe mahkûm edilirse siyasal alanın tamamı terörle mücadele alanı adına
yok edilir. Yaşadığımız tam da budur.
Tanım içerisinde geçen
‘zaafa uğratmak’ her muhalefetin siyasal iktidara karşı yürüttüğü mücadelenin
amacı ve doğrudan sonucudur. Haliyle tanım toplumsal hareketlere cepheden bir
saldırı yapmayı mümkün kılar. Margaret Thatcher’in 1980’lerin başında bu
iddiaları kullanarak madencilerin grevi için terörle mücadele yasası uygulamayı
denediğini hatırlatmak gerekir.
Bu yasayla siyaset
yeniden tanımlanmıştır. Siyaset iktidarın siyasal örgütlenmesine
indirgenmiştir. Böylece de siyasal iktidar kendisinden kısmi olsa bile dışarıda
olanların tüm siyasal faaliyetlerini ‘terör’ olarak belirleyecek kalıcı bir
hukuksal imkâna sahip olmuştur.
Bugün AKP iktidarının
bu imkânı sonuna kadar kullandığını belirtmeliyiz. Gerek Adalet Bakanlığı’nın
kamuoyuna açıkladığı rakamlar, gerekse de Adli İstatistik Genel Müdürlüğü’nce
kamuoyu ile paylaşılan istatistikler bunu göstermektedir.
2002-2012 yılları arasında nüfus artış oranı %8.6 olmasına karşın,
‘terör’ şüphelisi sayısı %112.4 oranında artmıştır. Toplam 106301 ‘terör’
şüphelisi ülkenin, açık bir hapishaneye dönüştüğünü göstermektedir.
Bu dönem içerisinde (2002-2012) önceki dönemlere oranla şiddet
eylemlerinin bırakınız sayısının artmasını toplamda azaldığı dahi söylenebilir.
Direnme hakkı ile ilgili konuştuk, daha da konuşacağız. Silahlı siyasal
eylemlerin, siyasal alana aidiyeti üzerine konuştuk, daha da konuşulmalıdır.
Ama tüm bu rakamlar, somut bir olay/şiddet eyleminden ziyade ‘terörün’ bir
hukuksal üretim olduğunu göstermektedir.
Terör Suçlusu:
Madde 2 – “Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş
örgütlerin mensubu olup da bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya
tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu
olan kişi terör suçlusudur.
Terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör
suçlusu sayılır.”
Bu yasa maddesi ceza hukukunun suç, ceza ve sorumluluk ilkelerini
yeniden kurmaktadır. ‘Amaçlanan suçu işlemese de’yahut
örgüt üyesi olmasa dahi ’ herkesin terörist olarak cezalandırabileceğini
düzenliyor.
‘Terörizm’ bu kez ‘terör örgütü’ üzerinden tanımlanıyor. Eylemden
örgüte gidilmiyor. Tersine, örgüt tarifi üzerinden terör eyleminin ne olduğu
tanımlanıyor. Bu yeni tanıma göre Terörizm; ‘teröristin ve terör örgütünün’
yaptığı şeydir. Hatta ‘her şeydir’.
Belirli siyasal eylemlerin suç haline getirilmesi çabası, doğrudan
eyleme değil, yasadışı olarak tanımlanan bir örgüte bağlanarak yürütülmektedir.
Böylece o örgütler açısından herhangi bir siyasal alan veya siyasal bir aracın
varlığı reddedilmekte ve anayasal haklar çerçevesinde kullanılmış olsa dahi
eylem kriminal bir dışlamaya maruz bırakılmaktadır.
Kamu alanı ile kamu alanı olmayan, siyasal alan ile siyasal olmayan
alan arasındaki sınır bu kez ‘terörist failler’ ve ‘örgütler’ üzerinden
kurulmaktadır. Bunun sonucu kaçınılmaz olarak her ne kadar terörizm tanımı
şiddet veya şiddet kullanımı tehdidi üzerinde kurulmuş olsa da terörizmin
anlamından ‘şiddet’ unsurunun çekilip alınmasıdır.
Bu kanun maddesinin ilerletildiği yer dehşet vericidir.
Basın açıklaması, mezar ziyareti, slogan, elbise, yazı, her şey ‘suç’ kapsamına
alınmaktadır. Başbakanın Roman Çalıştayı’ndaki konuşması sırasında Parasız
Eğitim pankartı açan üniversite öğrencilerinin fiilinin terör suçu olarak kabul
edilmesini bu yasa maddesi mümkün kılmaktadır. Talep anayasa güvencesinde, imza
yasal bir derneğe ait olmasına karşın, Parasız Eğitim talebinin DHKP-C’nin
başlattığı bir kampanya olduğuna dair MİT raporu nedeniyle eylem, terör suçu
olarak kabul edilmiş ve eylemcilere 8,5 yıl hapis cezası verilmiştir.
İsmail Beşikçi bir makalesinde Güney Kürdistan’da
bulunan yeri ‘Qandil’ olarak yazmış, Q harfinin Kürtçe
yazıldığı, Kürtçe alfabenin ise PKK’nin politikası
olduğu gerekçesiyle yapılan yargılama sonunda hapis cezası verilmiştir.
Terör Amacı İle İşlenen Suçlar
Madde 4- (Değişik: 29/6
2006 5532/3 md.)
“Aşağıdaki suçlar 1’inci maddede belirtilen amaçlar doğrultusunda suç
işlemek üzere kurulmuş bir terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği
takdirde terör suçu sayılır.
Türk Ceza Kanununun 79, 80,
81, 82, 84, 86, 87, 96, 106, 107, 108, 109, 112, 113, 114, 115, 116, 117, 118,
142, 148, 149, 151, 152, 170, 172, 173, 174, 185, 199, 200, 202, 204, 210, 213,
214, 215, 223, 224, 243, 244, 265, 294, 300, 316, 317, 318 ve 319’uncu
maddeleri ile 310’uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan suçlar,
10/7/1953 Tarihli ve 6136
sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda
tanımlanan suçlar,
31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun 110’uncu
maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında tanımlanan kasten orman
yakma suçları,
ç) 10/7/2003 Tarihli ve 4926 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda
tanımlanan ve hapis cezası gerektiren suçlar,
Anayasanın 120’nci maddesi
gereğince olağanüstü hal ilan edilen bölgelerde, olağanüstü halin ilanına neden
olan olaylara ilişkin suçlar,
21/7/1983 tarihli ve 2863
sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68’inci maddesinde
tanımlanan suç.”
Bu madde ile geleneksel olarak devlete karşı işlenen suçlar dışında
(ki onlar zaten bir önceki maddede de düzenlenmiştir), siyasal iktidarın
belirsizlik sahasında verdiği karar uyarınca, terör suçu olarak kabul edilecek
geniş bir suç listesi sunulmuştur. Terör suçunun hukuk devletine ilişkin var
olan ilkelerin askıya alınması olduğu düşünüldüğünde tüm istisna söylemine
karşın bu istisnanın bu anlamıyla genel bir kurala dönüştüğü rahatlıkla
görülmektedir.
Bu madde ile TCK’da düzenlenen toplam 50 suç bir örgütün faaliyeti
çerçevesinde işlenmesi halinde terör suçu olarak kabul edilecektir. Yani
olağanüstü bir soruşturma ve kovuşturma sürecine tabi olacak, alınan hapis
cezası yarı oranında artırılacak, koşullu salıverme süresi daha uzun
tutulacaktır.
Belirlenen suç türleri dikkat çekicidir. Görevi yaptırmamak için
direnme (TCK 205), Devletin egemenlik alametlerini aşağılama (TCK 300), halkı
askerlikten soğutma (TCK 318), Burada toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerini
ve onların faaliyetlerini kolaylıkla ‘çıplak hayata’ dâhil edecek bir form
yaratılmış olmaktadır.
Cezaların artırılması
Madde
5- (Değişik 29/06/2006-5532/4 md.)
3 ve 4’üncü maddelerde yazılı suçları işleyenler hakkında ilgili
kanunlara göre tayin edilecek hapis cezaları veya adli para cezaları yarı
oranında arttırılarak hükmolunur. Bu suretle tayin olunacak cezalarda gerek o
fiil için gerek her nevi ceza için muayyen olan cezanın yukarı sınırı
aşılabilir. Ancak müebbet hapis cezası yerine, ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezasına hükmolunur.
Suçun, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmiş olması dolayısıyla
ilgili maddesinde cezanın artırılması öngörülmüşse; sadece bu madde hükmüne
göre cezada artırım yapılır. Ancak yapılacak artırım, cezanın üçte ikisinden
az olamaz.
(Ek fıkra: 22/7/2010-6008/4 md.) Bu madde hükümleri çocuklar hakkında
uygulanmaz.
Bu madde kapsamında terör suçlarında verilen cezaların yarı oranda
artırılacağı belirtilmektedir. Terör suçu kataloğunun TCK’nın 1/3’ünü
oluşturduğu düşünüldüğünde maddenin ceza politikası açısından derin bir
adaletsizlik ve yaygın ceza artırımı yaratacağı açıktır.
Suç ve ceza politikası açısından denge de bozulmaktadır. Yasa
maddelerinde düzenlenen ceza miktarlarının geniş aralığa sahip olması, yarı
oranında artırım nedeniyle aynı suç açısından dahi keyfi ve eşitsiz bir
cezalandırmanın doğmasına neden olacaktır ve de olmaktadır.
İsim ve kimlik belirterek veya belirtmeyerek kime yönelik olduğunun
anlaşılmasını sağlayacak surette kişilere karşı terör örgütleri tarafından suç
işleneceğini veya terörle mücadelede görev almış kamu görevlilerinin
hüviyetlerini açıklayanlar veya yayınlayanlar veya bu yolla kişileri hedef
gösterenler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Terör örgütlerinin bildiri veya açıklamalarını basanlara
veya yayınlayanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.
Bu kanunun 14 üncü maddesine aykırı olarak muhbirlerin hüviyetlerini
açıklayanlar veya yayınlayanlar bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır.
(Değişik dördüncü fıkra: 29/6/2006-5532/5 md.) Yukarıdaki fıkralarda
belirtilen fiillerin basın veya yayın yoluyla işlenmesi halinde, basın ve
yayın organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan yayın sorumluları
hakkında da bin günden on bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Ancak
yayın sorumluları hakkında bu cezanın üst sınırı beş bin gündür.
Terör Örgütleri
Madde
7- (Değişik: 29/6/2006-5532/6 md.)
“Cebir ve şiddet kullanılarak: baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya
tehdit yöntemleriyle 1’inci maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç
işlemek üzere terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk
Ceza Kanunun 314 üncü maddesi hükümlerine göre cezalandırılır. Örgütün
faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak
cezalandırılır.
Terör örgütünün propagandasını yapan kişi bir yıldan beş yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi
halinde, verilecek ceza yarı oranında arttırılır. Ayrıca, basın ve yayın
organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan yayın sorumluları hakkında
da bin günden on bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. Ancak yayın
sorumluları hakkında, bu cezanın üst sınırı beş bin gündür. Aşağıdaki fiil ve
davranışlar da bu fıkra hükümlerine göre cezalandırılır.
Terör örgütünün propagandasına
dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde kimliklerin gizlenmesi amacıyla
yüzün tamamen veya kısmen kapatılması.
Terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu belli
edecek şekilde örgüte ait amblem veya işaretlerin taşınması, slogan
atılması veya ses cihazları ile yayın yapılması ya da terör örgütlerine ait
amblem ve işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi.
İkinci fıkrada
belirtilen suçların; dernek, vakıf, siyasi parti, işçi ve meslek kuruluşlarına
ve bunların yan kuruluşlarına ait bina, lokal, büro
veya eklentilerinde veya öğretim kurumlarında veya öğrenci yurtlarında veya
bunların eklentilerinde işlenmesi halinde bu fıkradaki cezanın iki katı
hükmolunur.”
Hukuksal, kurumsal iktidar modeli çerçevesinde bakıldığında bu suç
tanımlarının siyasal kriz ortamlarında, yargının hak ve özgürlük tanımları
karşısında güçlenen negatif yorumlarıyla birlikte, ciddi bir düşünce özgürlüğü
sorunu getirdiği ve medyanın haber taşıyıcılığı görevini yeniden tanımlayarak
haber alma özgürlüğünü askıya aldığı söylenebilir. Bu çerçevede diğer
ülkelerde olduğu gibi hukuki sürecin en önemli noktalarından birini terörist
yaftası vurulmuş siyasal eylemlerin, bunların ulaşma hedefi olan kamuoyu ile
bağlantısının kesilmesi üzerine çabalar oluşturmaktadır. Uluslararası alanda
ulusal ve yerel çatışmaların uluslararası kamuoyundaki etkisinin
zayıflatılması ve hem de ulusal alanda kamuoyunun ilgisinin azaltılması
özellikle de basın ve yayın araçlarının haber kavramı ve hukuki düzeyde bir
müdahale öngörülerek ve çoğu yerde de düşüncenin açıklanması ve haber
yasaklarının bir mevzuata aktarılarak yürürlüğe sokulması yolu seçilmiştir. Bu
çerçevede terör hukukunun ilk devreye girdiği ve etkiler doğurduğu alan medya
alanı olmuştur.
Bu engellemenin bir süre sonra medyanın fiziki katılımını sağladığı,
operasyonların medyayla tam bir işbirliği içerisinde yürütüldüğü görülmüştür.
Kamuoyuna açık yerlerde yasadışı bir örgütün üyesi veya
tarafları olduğu şüphesi uyandıracak biçimde herhangi bir sembolik giysi
giymek, taşımak sergilemek hapis cezasını gerektiren bir suç olarak
tanımlanmıştır. Bu da siyasal alana bir başka biçimde müdahale anlamı taşır.
Yasanın 6. ve 7. maddeleri düşünce ve ifade hürriyetinin kullanımım
engellerken bunu terör suçu olarak kabul etmektedir. Böyle- ce eleştiri,
protesto gibi daha düşük nitelikteki iktidar sorgulamaları dahi
engellenmektedir.
Düşünce ve İfade Hürriyetinin anayasal sınırlar içerisinde kullanılmasını
sağlamak için yasal düzenleme eksikliği bulunmamaktadır.
Başta 2911 Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun ve 5187
Sayılı Basın Kanunu olmak üzere oldukça ayrıntılı düzenlemeler içeren mevzuat
bulunmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası adeta bu mevzuatı mülga
etmiştir.
Yine örgütle hiyerarşik bağı olmasa dahi Terörle Mücadele Yasası’nın 2. Maddesi ve TCK’nın 220/7. Maddesi uyarınca örgütün faaliyetleri içerisinde bulunmak gerekçesiyle örgüt üyesi gibi cezalandırmayı olanaklı kılan mevzuat hükümleriyle birlikte düşünüldüğünde silahsız bir açık hava toplantısı onlarca yıl hapis cezası gerektiren bir suça kolaylıkla dönüşebilmektedir.
Madde
10 (Değişik: 2/7/2012-6352-75 md.)
“Bu kanun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar; Adalet
Bakanlığının teklifi üzerine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca yargı
çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde
görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve
üyeleri adli yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde
veya işlerde görevlendirilemez.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere ilişkin
hükümler ile askeri mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.
Bu kanun kapsamına giren suçlarla ilgili olarak;
Soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların
soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen
Cumhuriyet Savcılarınca bizzat yapılır. Bu Cumhuriyet Savcıları,
Cumhuriyet Başsavcılığı’nca başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
Türk Ceza Kanunun 302,
309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316’mc\
maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında görev sırasında veya görevinden dolayı
işlenmiş olsa bile Cumhuriyet Savcılarınca doğrudan
soruşturma yapılır. 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 26’ıncı
maddesi hükmü saklıdır.
Yürütülen soruşturmalarda
hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, bu kararlara karşı yapılan
itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hakim görevlendirilir.
ç) Ceza Muhakemesi
Kanunun 91 inci maddesinin birinci fıkrasındaki yirmi dört saat olan gözaltı
süresi kırk sekiz saat olarak uygulanır.
Soruşturmanın amacı
tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı süresi
uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet Savcısının emriyle sadece bir
yakınına bilgi verilir.
Gözaltındaki şüphelinin
müdafii ile görüşme hakkı, Cumhuriyet Savcısının istemi üzerine, hakim kararıyla
yirmi dört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz.
Kolluk tarafından
düzenlenen tutanaklara, ilgili görevlilerin açık kimlikleri yerine sadece
sicil numaraları yazılır. Kolluk görevlilerinin ifadesine başvurulması gerektiği
hallerde çıkarılan davetiye veya çağrı kâğıdı,
kolluk görevlisinin iş adresine tebliğ edilir. Bu kişilere ait ifade ve duruşma
tutanaklarında adres olarak işyeri adresleri gösterilir.
Güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına
karar verilebilir.
ğ) Açılan davalara adli tatilde de bakılır.
Ceza Muhakemesi Kanunun 135’inci
maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin (8) numaralı alt bendindeki 139 uncu
maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendindeki
istisnalar uygulanmaz.
Türk
Ceza Kanunda yer alan;
Örgüt faaliyeti çerçevesinde
işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imal ve ticareti suçu veya suçtan
kaynaklanan mal varlığı değerini açıklama suçu;
Haksız ekonomik çıkar sağlamak
amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit
uygulanarak işlenen suçlar;
İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört,
Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305,318,319,323,324,325 ve
332’nci maddeler hariç) dolayısıyla açılan davalar, birinci fıkra hükmüne göre
görevlendirilen mahkemelerde görülür. Üçüncü fıkranın (d), (e), (f) ve (h)
bentleri hariç olmak üzere bu madde hükümleri, bu suçlardan dolayı yapılan
soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanır.
Türk Ceza Kanunun 305, 318, 319,
323,324, 325 ve 332’nci maddeleri hariç olmak üzere İkinci Kitap Dördüncü
Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza
Muhakemesi Kanunu’nda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.
Çocuklar bu madde hükümleri uyarınca kurulan mahkemelerde yargılanamaz;
bu mahkemelere özgü soruşturma ve kovuşturma hükümleri çocuklar bakımında
uygulanmaz. ”
Bu madde özel yetkili mahkemenin yasal dayanağını oluşturmaktadır.
Doğal yargıç ilkesine aykırı yargılamanın yasal meşruiyeti bu maddeyle
sağlanmıştır.
Madde ile hukuk düzeni içerisine yeni bir sanık hakları
formu eklenmektedir. Buna göre;
-Normal suçlarda şüphelilere uygulanan gözaltı süresi terör suçu
açısından iki kat olarak uygulanacaktır. (4 Gün)
-Yakalama ve gözaltına alma/ uzatma kararları ‘şüphelinin belirttiği’
yakınına haber verilirken, terör suçlarında ‘polisin belirleyeceği’ bir
yakınına haber verilmesi düzenlenmiştir.
-Güvenlik gerekçesiyle duruşmanın başka bir yerde görülebileceği
düzenlenerek aleni yargılama kuralının ihlal edilmesinin önü açılmıştır.
Özel hayatın gizliliğini ihlal eden koruma tedbirleri (dinleme-izle-
me) için CMK> da getirilen sınırlandırmaların terör suçu açısından
uygulanacağı düzenlenmiştir. Yani istisna ikinci kez istisnaya tabi
tutulmuştur.
Tutukluluk süreleri terör suçları açısından diğer sanıklar için belirlenen
sürelerin (maksimum tutukluluk süreleri CMK 102) iki katı olarak uygulanacağı
düzenlenmiştir. Böylece sanık haklarına ilişkin ilke ve korumalardan terör
suçlusunun faydalanamayacağı karara bağlanmış olmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası ile artık ‘terörizm’ bir istisna veya sorun
değildir. Tersine siyasal-hukuksal düzenin temel hukuki-siyasi nesnesidir.
Bir defa ‘terörizm istisnası’ toplum ve düzen tanımlarına eklenmiş olmaktadır. Toplumsal düzenin temel vasfı haline getirilmektedir. Çünkü ‘terörizm’ artık bir tehdit değil toplumsal ve siyasal varoluşun kendisidir.
Son dönemde adliyeye yansıyan yeni bir dolandırıcılık türü var.
Telefonla kişileri arayıp telefonlarının, banka hesaplarının terör örgütlerinin
eline geçtiği ve bunlar tarafından kullanıldığı belirtiliyor. Sonra
soruşturmadan kurtulmaları yahut operasyona yardım etmeleri amacıyla para yahut
kontör isteniyordu.
Bu dolandırıcılık türü gazetelerin 3. Sayfalarında, TV’lerin eğlenceli
haber bölümlerinde dikkatimize sunuluyor. Okuyan/ izleyen herkes mağdurların ne
kadar saf olduklarını vurgulayan cümleler kuruyordu; “Bu kadar da saf
olunmaz ki!”.
Bu dolandırıcılık türünün en son mağduru nedeniyle artık böyle bir okuma yapmak fazla üstünkörü olur. Zira bu seferki mağdur, herkesin çok yakından bildiği popüler bir profesördü. Öyle ki kitapları en çok satanlar listelerinde birinci sırada, kendi adıyla diyet programı olan, TV ve gazetelerin vazgeçilmez konusu Prof. Dr. Canan Karatay’dı.
Her ne kadar rakip Diyet Uzmanları ve Profesörler; Karatay’ın yaşadığı
mağduriyetin faturasını, Karatay’ın diyet programına bağlayıp “işte ekmek
yemezsen sonun bu olur” deyip ekmeği suçlu ilan
etseler de, acaba böyle mi?
Bizce sorunun kaynağı ekmek değil devlet. Siyasal iktidarın ‘terör’
adı altında insanların hayatını cehenneme çevirdiği ve de artık sadece hak
aramak için sokağa çıkanlar, devrimciler, sendikal muhalefet, Kürtler gibi
ezilen grupları değil, Genel Kurmay Başkanı’na kadar uzanan yeni mağdurlarıyla;
kariyeriniz, sahip olduğunuz ekonomik güç ne olursa olsun, şipşak terörist ilan
edilebildiğiniz güçten kaynaklanıyor.
Canan Karatay bu nedenle saf değil oldukça akıllı bir kadın. Şayet
hayatınızın cehenneme çevrilmemesi karşısında sizden istense hanginiz 50.000
TL’yi belirtilen çöp kutusuna atmaz yahut polis dolandırıcıları yakaladıktan
sonra alın bu para sizin olsun deyip polisten kurtulmak istemez.
Hukuk düzeni ile terör hukuk arasındaki bu yeni ilişki siyasetin sonuna işaret etmektedir. Yahut ‘bilindik’ siyasetin diyelim. Meşruiyetini hukuk düzeninden alacağı onayla ilişkilendirmemiş devrimci siyaset, bütün imkânları ile seçenek değerini yükseltmeye devam etmektedir.
Terör hukuku; ‘terörizm tehdidi’ gerekçesiyle hukuk düzenince tanınan
Temel Hak ve Hürriyetlerin askıya alındığı ve fakat yine hukuk düzeni
içerisinde yer alan kalıcı bir alanı ifade etmektedir
Askıya alınan hak listesi oldukça uzun olmakla birlikte askıya alınan en önemli haklardan biri kuşkusuz savunma hakkıdır. Bu durum savunma hakkının ceza muhakemesi açısından taşıdığı kilit rolden kaynaklanmaktadır. Keza bu hak; aynı zamanda diğer haklara yönelik sınırlandırma ve yaptırımların uygulanması noktasında da hayati bir öneme sahiptir.
Savunma hakkı terör hukuku kapsamında birçok açıdan sınırlandırmaya
konu yapılabilmektedir. Avukatın hukuki yardımından faydalanma da yaygın
sınırlandırma konularından biri olarak dikkat çekmektedir. Başlangıçta şüpheli
veya sanığın savunma hakkına yönelen tedbir bir süre sonra avukatın kendisini
yaptırım konusu haline getirmektedir. Gerek ülkemiz gerekse de başka ülke
deneyimleri, istatistikler bu gerçeği açık şekilde göstermektedir.
Avukata ilişkin bu yönelim, egemen iradenin; oldukça sınırlı bilgilere
sahip olmasına karşın, avukatların terörizm konusunda negatif bir işlevselliğe
sahip olduklarına ilişkin yaygın ve de yerleşik inancından kaynaklanmaktadır.
Buna göre avukatlar; hukuksal güvenceleri ve mesleki avantajları nedeniyle
terör organizasyonları açısından önemli bir rol oynamaktadır. Bir kere örgütün
gözaltına alınan yahut tutuklanan üyeleriyle örgüt merkezi arasında örgütün
legal alanı ile illegal alanı arasında iletişimi sağlarlar. İkinci olarak
öğrenebilecekleri muhtemel bilgilerle örgütün operasyon yahut zarar görme
riskini azaltmakta, eylem kapasitesini yükseltmektedirler. Son olarak ise terör
faaliyeti (eylemi) açısından kamusal devreyi tamamlarlar.
Bu anlayış Terör hukukunun gelişim süreci içerisinde
şüpheli/ sanık ile avukatın tek bir bedende ‘terörist’ olarak yeniden yaratılmasına
ve elbette bundan ötürü avukatın çıplak şiddetin konusu haline getirilmesine
neden olur.
Terörle Mücadele Yasalarına sahip bütün ülkeler gibi Türkiye’de de
benzer bir tutumun varlığını hem hukuksal hem de fiili olarak görmekteyiz. Hali
hazırda 36 avukatla Dünyanın en fazla tutuklu avukat varlığına sahip olduğu
düşünüldüğünde en ileri örnek haline geldiğini söyleyebiliriz.
Dava dosyasında; gerek fezleke gerekse de iddianame bu negatif
işlevsellik üzerine kurulmuştur. Açık/ gizli tanık beyanları, tanıkların
muhtemelen bu hukuki yönelimden habersiz oldukları düşünüldüğünde, kolluk
yardımı gerçeğine işaret etmektedir.
Başbakan’ın daha önce sözünü ettiğimiz ‘damgalama’ girişimini takiben,
Çağlayan Adliyesi konferans salonunda basın toplantısı düzenleyen Başsavcı ve
iki yardımcısının açıklamaları da bu yönelimin bir sonucudur. Son 1 yıl
özellikle de 6 ay içerisinde örgütün çok eyleminin olduğunu söyleyen Başsavcı
Çolakkadı, bunlar arasında karakol baskını ve ‘suikast’ girişimleri olduğunu
anlattı. “Son dönemde 3 polis şehit edildi” dedi.
Peki, bizim, yani dava sanıklarının, bu eylemlerdeki rolü nedir? Bu
eylemlerle ilgili bir suçlama yöneltilmiş midir? Hayır. Ancak fezleke ve
iddianamede ele alınan bu girizgâh; avukatların, özellikle politik dava
avukatlarının, şüphelilerin müdafiliğini üstlenmesi nedeniyle yukarıda
bahsedilen ‘işlevleri’ yerine getirdiklerine inanılmasının sonucudur.
Bugün bizim yaşadıklarımız ilk kez tecrübe edilmiyor. Türkiye’de
avukatların devletle yargıyla imtihanları hep sancılı olmuştur. Kuşkusuz bu
durum avukatlık mesleğine ilişkin bazı özelliklerden kaynaklandığı gibi
avukatlığın bu ülkedeki macerasıyla da doğrudan ilişkilidir. Tam da bu nedenle
‘terör ve avukat’ meselesi bu tarihsel perspektif dışında kavranamaz.
Tanzimat’la başlayan hukukun laikleştirilmesi süreci
Osman- lı-Türk modernleşmesinin temel unsurlarından biri olmuştur. Avukatlık
bu süreçte bu misyonun bir parçası olan bir batı kurumu olarak yargı sistemine
dâhil edilmiştir. Hukuk eliyle modernleşme
Cumhuriyet kadrolarınca da benimsenmiştir. Hukuk kültürel ve siyasal
dönüşümlerin hem aracı hem taşıyıcısı olarak görülmüştür.
Hukuka biçilen bu misyon doğallığında bir hukukçu kimliği/ kadrosu
yaratılmasını zorunlu kılmıştır. Bu anlayış bir taraftan misyonu kabul etmeyen
hukuk kadrolarının tasfiyesini doğururken, diğer taraftan bu misyonla
biçimlenmiş yeni bir hukukçu kadrosu yetiştirilmesine neden olmuştur.
Cumhuriyet yönetiminin hukukçulara yönelik politikası bu nedenle iki temel kod
üzerinden biçimlenmiştir: Tasfiye ve kimliklendirme. Cumhuriyet yönetiminin
açtığı ilk yüksekokulun, Ankara hukuk mektebi olması, ki uzun süre Adalet
Bakanlığına bağlıdır, kimliklendirmeye ne derece önem verildiğini
göstermektedir.
Tasfiyenin en belirgin görüldüğü yer İstanbul barosudur. 1924 yılında
yüzlerce avukat ‘hilafetçi’ oldukları gerekçesiyle levhadan çıkartılmışlardır.
Baro başkanı Lütfi Fikri İstiklal Mahkemesinde ‘idam’ talebiyle yargılanmıştır.
Tüm bunlara karşın Ankara hükümeti tarafından hilafetçi ilan edilip Lütfi
Fikri’nin üst üste toplam 8 kez aynı göreve seçilmesi Türk Adli teşkilatının
daha kurulduğu ilk evrede avukatların dışarıda bırakılmasına neden olmuştur.
Bu durum avukatlık mesleğinin kendine ait özellikleriyle de bütünleşince
avukatlar kendilerini hep iktidar dışı bir yerde ifade etmişlerdir.
Bu tarihsel konumlanış, Terör Hukukunun oluşmaya başladığı 1970’lerde,
diğer tedbirlerle de birleşince, avukatlar devlet şiddetinin doğrudan muhatabı
olmuşlardır.
Duruşma salonlarından atılma, soruşturma ve dava,
gözaltına alınma, tutuklanma, hapis cezalarına çarptırılma ve fiili saldırılar
avukatlık tarihine eklenmiştir. Bu tarihsel eşikte kurulan derneğimizin
kurucuları bu saldırıların ilk muhatapları olmuşlardır. Dolayısıyla bu dava
tarihsel geleneğin hem iktidar tarafından, hem de avu- katlar/ ÇHD’liler
tarafından takip edildiğini göstermektedir. Terör hukukunun gelişimi ve de
kalıcılaştırılmasıyla bu saldırıların artık birer istisna değil genel bir
pratiğe de dönüştüğünü belirtmeliyiz.
Terör hukukunun tamamında olduğu gibi avukatların maruz kaldığı hukuki
ve fiili durumda da Alman tecrübesinin bire bir örnek alındığı görülmektedir.
Bu nedenle yaşadıklarımızın anlaşılması tecrübelerde saklıdır.
Almanya avukatlara/ savunmaya ilişkin anlayışını Terör Hukuku
konusundaki birçok noktada olduğu gibi RAF Davası sürecinde oluşturmuştur.
Bu dava sürecinde avukatların, terörist olarak
nitelendirilen sanıklar ile örgüt üyeleri arasında bilgi akışını sağladıkları
ileri sürülmüştür. Bu düşünceyle bir süre sonra ‘bağlantı yasağı
(contact ban)’ yasası çıkarılmıştır.
Bu yasaya göre eğer savunma avukatı;
Herhangi bir suça katılmış ise,
Suça yardım etmişse,
Hapisteki müşterisiyle ilişki
kurma hakkını bir suçla bağlantı kurma veya hapishane güvenliğini tehlikeye
atma amacıyla kötüye kullanılmış ise,
Devletin güvenliğini tehlikeye
atmış ise hem sanık ve hem de avukat mahkemeden dışarıya atılabiliyordu.
Buna ek olarak sanıklarla avukatları arasındaki bağlantı ve iletişimin
önceden olduğu gibi özgürce ve serbest biçimde yürütülmesini engellemek
amacıyla Eylül 1977’de müstakil bir yasa daha kabul edilmiştir. Buna göre yaşam
ve özgürlüğe karşı acil bir tehlike varsa hapishanenin idari yetkilisi veya
federal Adalet Bakanı, terörist sanık ile avukat arasındaki bağlantıyı
yasaklaya- bilmektedir.
Bu tecrübe bizde ilk kez Terörle Mücadele Yasası ile hukuk düzenine
aktarılmak istenmiştir
8 Nisan 1991 de yürürlüğe giren bu yasa savunma hakkı
kapsamında avukatlara ilişkin önemli sınırlandırmalar getirmektedir.
Anayasa mahkemesi iptal başvurusuyla bu kanunu incelemiş avukat
sınırlandırmasına ilişkin hükümleri iptal etmiştir. Bu maddeler;
Avukat sayısının, terör
suçlamasıyla açılan davalarda 3 avukat ile sınırlandırılmasına,
Tutuklu ve hükümlülerin
avukatlarıyla yaptıkları görüş melerin bir görevli nezaretinde yapılmasına
ilişkin dü zenlemelerdir.
Anayasa mahkemesinin savunma hakkını ortadan kaldıracağı gerekçesiyle
bu maddeleri iptal etmesine karşın ilerleyen dönem içerisinde bu maddelerden
elde edilmesi umulan fayda ‘fiili’ olarak sağlanmaya çalışılmıştır. Artık
avukatlar operasyonların şüphelileri, maktulleri arasındadır. Avukatlar
gözaltına alınmış, tutuklanmış hatta katledilmiştir. Fuat Erdoğan, Faik
Candan, Şevket Epözdemir, Metin Can bu meslektaşlarımızdan bazılarıdır.
11 Eylül tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Temel Hak ve
Hürriyetlerin sınırlandırılması terör istisnasının genişletilmesi için bir
fırsat olarak görülmüş, değerlendirilmiştir.
Bu amaçla; 2005 ve 2006 yıllarında Terörle Mücadele Yasası ve Ceza
Muhakemesi kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin infazı Hakkında Kanunda
düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler kapsamında daha önce 1993 yılında
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükümler yanında yeni sınırlamalar
da yapılmıştır.
Bu kapsamda 5275 sayılı CGTİHK’nun 59/4 maddesinde 25.05.2005 tarihinde
yapılan düzenlemeyle;
“Avukatların savunmaya ilişkin belgeleri, dosyaları ve müvekkilleri
ile yaptıkları konuşmaların kayıtları incelemeye tabi tutulamaz. Ancak, 5237
sayılı Kanunun 220’inci, İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü ve Beşinci
bölümlerinde yer alan suçlardan mahkûm olan hükümlülerin avukatları ile
ilişkisi; konusu suç teşkil eden fiilleri işlediğine, infaz ku- rumunun
güvenliğini tehlikeye düşürdüğüne, terör örgütü veya diğer suç örgütleri
mensuplarının örgütsel amaçlı haberleşmelerine aracılık ettiğine ilişkin bulgu
ve ya belge elde edilmesi halinde C. Başsavcılığının istemi ve infaz hâkiminin
kararıyla bir görevli görüşmede hazır bulundurulabileceği gibi bu kişilerin
avukatlarına verdiği veya avukatlarınca bu kişilere verilen belgeler infaz
hâkimliğince incelenebilir
Bu düzenlemeyle avukat
müvekkil ilişkisi RAF davası standartlarına çekilmiştir. Ancak operasyonel ve
fiili durum bitmemiştir. Bunun en önemli kanıtı bu dava dosyasıdır. 1999-2004
yılları arasında yazıldığı iddia edilen ve 2006 yılında itibaren özel yetkili
savcılığın elinde bulunduğu öne sürülen dokümanlar uyarınca HHB
avukatlarının, hapishanedeki örgüt mensuplarıyla örgüt arasında irtibat
sağladıkları’tespit edilmiş olmasına karşın, yasal
imkân varken bunun engellenmeyerek, tam 7 yıl bekleyip sonra bize/ bu dava
sanıklarına, “örgütsel iletişim sağlıyorsunuz” suçlamasını; hem de 1999-2004
belgeleri üzerinden yöneltmenin hiçbir ciddiyeti yoktur. 5275 sayılı yasanın
değiştirildiği gün aynı zamanda Ceza Muhakemesi Kanunun 121 maddesinde de
düzenleme yapılmıştır. “CMK 151/3 ‘TCK’nın 220 ve 314 üncü maddesinde
sayılan suçlar ile terör suçlarından tutuklu ve hükümlü olanların müdafilik
veya vekillik görevini üstlenen avukat, hakkında bu fıkrada sayılan suçlar
nedeniyle kovuşturma açılması halinde tutuklu veya hükümlünün müdafilik veya
vekilliğini üstlenmekten yasaklanabilir”
Bu düzenlemeyle,
kişiler hakkında kovuşturma açılmasındaki kolaylık nedeniyle, politik
davalarda avukatlık yapmak devlet takdirine kalmıştır. Böylece avukatların
hangi davalara girebileceğinin dolaylı olarak belirlenmesi imkânı
yaratılmıştır.
Avukatlara yönelik saldırı ve kısıtlamalar 2006 yılında Terörle
Mücadele Yasasında yapılan değişikliklerle sürmüştür. Soruşturma sırasında 24
saat süresince avukat-müvekkil görüşmesinin kısıtlanabilmesi, şüphelinin kolluk
aşamasında yararlanabileceği müdafi sayısının 1 avukatla sınırlandırılması
getirilen değişiklerden bazılarıdır.
Siyasal iktidar bugün avukatlık mesleğinin nasıl yapılacağını ve kimin avukatlığının üstlenilebileceğini kendi kararının konusu haline getiren yasal düzenlemeleri tamamlamıştır. Elbet bu hukuk dışı-fiili müdahalenin terk edildiği anlamına gelmemektedir. Sıklıkla yetersiz ve etkisiz olduğu düşünülerek hukuksal saha dışına çıkılmaktadır. Hali hazırda avukatlara açılan soruşturma ve dava ile gözaltına alma ve tutuklama sayısı, hukuk dışılığın artık istisna olarak değerlendirilmeyecek bir noktaya ulaştığını göstermektedir.
İddianamede hiçbir maddi gerekçe sunmaksızın tarafımıza yöneltilen
suçlama bizim ‘örgütün avukatı’ olduğumuzdur.
Kolluk ve onun işlemlerine onay vermekten başka bir işleve sahip
olmayan savcılık; katıldığımız demokratik kitle eylemleri, bürolarımızda çıkan
dergi/ kitap türü ve de üstlendiğimiz davalar nedeniyle bizim DHKP-C’nin
avukatları olduğumuzu ileri sürüyor.
Demokratik kitle eylemleri herkes gibi avukatlara da açıktır. Bu
hakları yasa ile sınırlanmış ‘askeri personel’ olmadığımıza göre, düşünce ve
ifade hürriyetini açık alanda da kullanmamızın önünde hiçbir engel
bulunmamaktadır. Avukatlık mesleğine ilişkin Havana Kurallarının 23. Maddesi,
Avrupa Konseyi Avukatlık mesleğinin icrasındaki özgürlükler hakkında 9 numaralı
Tavsiye Kararının 3. Maddesinde tüm avukatların diğer vatandaşlar gibi ifade,
inanç, örgütlenme ve toplanma özgürlüğüne sahip olduğunu belirtmektedir.
Katıldığımız eylemler şüphesiz sadece iddianamede sayılanlarla sınırlı değildir. Bunu kat be kat aşan sayıdaki eylemlere katıldık. Nasıl ve neye göre seçildiği belirsiz eylemler yoluyla mesleki faaliyetimizi kriminalize etme çabası beyhudedir.
Bürolarımızda çıkan dergi ve kitapları tasnif edip
bazılarını dava dosyasına koyarak bize örgüt tayini çabası da böyle.
2010-2012 yılları arasında ortalama 50 gözaltı takibini seçip, alt alta
yazarak sıralayıp örgüt beğendirmek de ilginçtir. Peki, bu süre içerisindeki
diğer avukatlık faaliyetleri, girilen diğer davalar vs. nedir? Savcılık yöntemi
bu soru karşısında çaresizdir. Yetmediği yerde bize “gözaltında
susma hakkını kullandı” deyip
-alışkanlıktan olsa gerek keza avukatların kollukça beyanının alınması mümkün
değil- çırpınmaları da nafile.
Operasyonun davanın avukatlık mesleğine onun yürütülüş tarzına
olduğunun açık olmasından olacak ki herkes aynı tiradı tekrarlıyor. Burada
avukatlara/ avukatlık mesleğine yönelik bir saldırı değil bazı avukatların suç
teşkil eden eylemlerine ilişkin bir soruşturma/ dava var.
Gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra tepkiler üzerine İstanbul
Başsavcısı iki yardımcısıyla yaptığı açıklama da şöyle diyordu;
“İstanbul Barosuna kayıtlı 25 bin civarında avukat bulunmakta olup,
izah edildiği gibi sadece az sayıda avukat hakkında soruşturma
yapılmıştır. Bu soruşturma da hiçbir şekilde avukatlık ile ilgili değildir.” Bu sözlerin sahiplerinin bu salona baktıklarında ne gördüklerini
doğrusu merak ediyoruz. Hâkim ve Savcılar emekliliklerinde küçük bir avukat
molası verirler. Anlaşılan Çolak- kadı daha emekli olmadan neyin avukatlıkla
ilgili olup olmadığına da karar vermiş.
Gazeteciler tutuklanır? Sorulur gazetecilikle ilgisi yok. Avukatlar
tutuklanır? Soruyoruz avukatlıkla ilgisi yok. Peki, bu ayrımı polis
fezlekelerinde ve ondan üretilen iddianamelerdeki kanun maddeleri mi
belirliyor?
Terör ve terör eyleminin belirsizlik oluşunda herkesin terörist her eylemin terör eylemi olarak nitelendirilebileceği bir eşikte yaşıyoruz. Bunu herhalde en iyi hizmet hareketi bilir.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın tarihinde ilk kez yaptığı
11 maddeden ibaret basın açıklaması, Hükümet ile Fettullah Gülen grubu
arasında süren gerginliğe ilişkin kamuoyuna yapılan önemli bir açıklamaydı.
Siyaseten çok tartışıldı ve daha çok tartışılmayı hak ediyor.
Açıklamanın her maddesi birçok açıdan derinlikli tartışma ve
çıkarımlara gebe olmasına karşın bizce açıklamanın son bölümü en önemli
bölümdür. Keza bugün neden böyle bir açıklama yapıldığı sorusunun cevabı
orada/ o bölümde saklıydı. Açıklamanın son bölümünde Hizmet Hareketine
açıklamada cevap verilen iddiaları ve iftiraları yöneltenlerin, aynı zamanda
‘Hizmet Hareketine karşı bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete
kapsamına sokarız, bitiririz gibi karanlık niyetlerini ifade ettikleri ‘
belirtiliyor.
Türkiye’de kendini terör eşiğinde güçlendirmiş bir hareket olarak
Hizmet Hareketinin bu beyanını bir itiraf olarak da ele alabilirsiniz, sürece
uzun süre refakat etmiş asıl güç olarak bilirkişi görüşü olarak da kabulü
mümkün.
Neymiş? Demek ki terörist=1 savcı 3 polis.
İŞKENCEYE KARŞI MÜCADELEDE AVUKATIN VE YARGININ ROLÜ: GELDİĞİMİZ YER!
Engin ÇEBER’in işkencede katledilmesine ilişkin Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nce verilen karar Kasım 2013 tarihinde Yargıtay 8. Ceza Dairesi tarafından kısmen onandı. Bu karar, Türkiye yargı tarihinde işkence nedeniyle verilmiş en ağır hapis cezası olma özelliği taşıyor. Ancak bu karar nedeniyle yargının üstleneceği bir başarı-onur öyküsü yoktur.
Dava 4 yıl sürdü. Bu süre içerisinde 25 celse yapıldı.
Her celse öncesinde yüzlerce insan adliye önünde basın açıklaması yaparak
adalet istedi. Bu açıklamaların hepsini yasadışı silahlı örgüt propagandası
sayan sanık meslektaşları, Engin ÇEBER’ i silahlı örgüt üyesi olarak gösterip
eceliyle öldüğünü de not ederek fezlekeler düzenlediler. O fezlekeler önce iddianamelere
gecikmeksizin de mahkeme kararına dönüştü. Onlarca insan sırf adalet istediler
diye cezalandırıldılar. Bugün kendine bir başarı öyküsü devşirmeye çalışan
yargı, Engin ÇEBER’ in fotoğrafının bulunduğu gerekçesiyle sosyalist
dergilerin toplatılmasına karar verdi.
Elbet bu dava avukatlar
açısından tarihseldir. Bu ülkenin en büyük Baroları davaya müdahil
oldular.1000 avukat müdahil vekilliğini üstlendi adalet istedi. Elbet işkence
davalarında kürsünün sağında hem de güvenlik bürokrasisinin tam karşısında
bulunmanın bir bedelinin bulunduğunu unutmadan.
Bugün önünüzde bulunan bu davada silahlı örgüt üyesi
olduğumuzun kanıtlarından biri olarak Bakırköy Adliyesi’nde, Engin ÇEBER’ in
fotoğrafının bulunduğu üzerinde kocaman Adalet İstiyoruz yazısı bulunan bir
pankartın önünde yaptığımız açıklamamızın sunulmasına bu nedenle şaşırmıyoruz.
Yahut büro aramalarında bulduğunuz o dava kapsamında yapılan keşif işleminin
fotoğraflarının altına; “hapishane görevlilerine ait olduğu düşünülen,
tanınmasınlar diye yüzlerinin flulaştırıldığı düşünülmektedir” yazarak bunları bir istihbarat belgesine dönüştürmenize
de. Nihayetinde Engin’in katledildiği Metris Hapishanesi’ne tam 4 yıl sonra bu
kez avukatlarını kapatma onuruna sahipsiniz.
Şimdi tüm bu yaşanılanlardan sonra kalkıp Türk Yargısı işkenceyi cezalandırdı diyebilir misiniz? Sizi yanıltmak istemeyiz. Elbette bu son tüm avukatlar için değil. Mesele kürsünün neresinde durduğunuz. Elbet kürsünün solu da vardı. Ve siz bu davayla bize orada oturmayı ceza tehdidiyle salık veriyorsunuz. Avukatları davalarını üstlendikleri sanıklar üzerinden tasnif etmeyi doğru bulmuyoruz. Ama siz, bizi hep aynı davaları bakmakla suçluyorsunuz ya unutmayın ki biz hep işçi davalarına girdiğimizde karşımızda bazen ‘hep patronların davalarını üstlenen avukatlar’ oluyor. Biz hep işkence davalarına giriyoruz ya; karşımızda da zaman zaman ‘hep işkencecilerin vekâletini üstlenen’ avukatlar vardı. Biz birincilerin avukatlığını yapmayı alışkanlık haline getirdik, bazı avukatlar ikincileri. Şimdi siz bu davayla bizi ikinciler olmadığımız için suçluyorsunuz. İkincileri, bazı davalara girmeyi alışkanlık haline getirdikleri için suçlamıyorsunuz.
Engin ÇEBER davasında kürsünün solunda bulunan bir avukatın, hiç
futbolla ilgisi olmamasına rağmen, TFF yönetim kuruluna seçilmesine bakıp
durduğumuz yeri yanlış görüyorsanız, size bir diyeceğimiz yok.
Karşınızda bulunan
sanıklar arasında 2 Temmuz Sivas katliamı davasında yine kürsünün sağında
bulunan avukatlar var. Kürsünün solundakiler bugün başkan, Anayasa Mahkemesi
Üyesi, Milletvekili, Belediye Başkanı, İl Başkanı, Şirket Sahibi oldular deyip,
durduğunuz yer yanlış diyorsanız, size yine bir diyeceğimiz yok. Emeklilikte
avukatlık düşünüyorsanız bir tercih de siz yapacaksınız. Yönlendirmek için değil
ama bilginiz olsun, seçim yaparken zorlanmayın diye hatırlatıp geçmiş olalım.[12]
Emekliliği geciktirdikçe yer
bulmak zorlaşır, eğer niyetliyseniz.
TERÖR HUKUKU VE HÂKİM-SAVCILAR
Bilimsel gerçek şudur
ki; hukukla devlet, insanlığın belirli bir gelişme aşamasında toplumun
çıkarları birbiriyle çatışan sosyal sınıflara ayrışmasıyla, bu çatışmaları
uzlaştırmak veya bastırmak ve toplumsal üretim yaşamını düzene sokmak üzere
yaklaşık on bin yıl önce ortaya çıkmıştır.
Devlet iradesinin hukuki örgütlenmesi olan yargı faaliyetinin liberal demokrasinin bütün iddialarına karşı ne bağımsız ne de tarafsız olabileceği gerçeği nihayetinde onun sınıfsal olarak bölünmüş bir toplumda egemen sınıfın iradesinin tezahürü olmasından kaynaklanır.
Ancak bu burjuva
toplumu içerisindeki çatışmaları sınıfların kimi kazanımlarını yok saymayı
gerektirmez. Keza devlet güçleri içerisinde bu kazanımların garantör organı
yargıdır. Bu nedenle yargı esas olarak devletin toplum tarafından kısıtlanması
tecrübesine denk gelir. Bu tecrübenin en bilinen ifadesi küçük bir hikâyedir.
Prusya Kralı II. (Büyük) Friedrich, Sanssoucci’ye o ünlü bahçeyi ve sarayı
yaptırırken henüz otuz iki yaşındaydı. Voltaire’in de yakından takip ettiği bu
döneminde, felsefe ve güzel sanatlara ilgisi çok yüksektir. Saray yeri için
elverişli gördüğü bir tepedeki Değir- menci’nin yerini satmak istememesi
nedeniyle, aralarında geçtiği varsayılan diyaloğu herkes hatırlar:
Değirmencinin “Ben kralım, burayı sen vermesen de alabilirim”sözüne cevabı: “Berlin’de hâkimler var”olmuştur.
Bu anlatımın da işaret ettiği üzere öncelikle devletin içinden değil toplumun içinden doğar. Yargı devletin toplumu sınırlandırma aracı değil, toplumun devleti sınırlandırma aracı olarak tarif edilir. Eğer yargı ve yargı faaliyeti esas işlevini devletin dışında, toplumsal talep ve beklentiler üzerinde geliştirmez ise o şeyin adı ‘Adliye’ olur. Yani bir adalet üretici mekanizmadan daha çok hâkim ve savcıların birlikte çalıştığı bir devlet dairesi!
Demokrat yargıçların
yargı-mahkeme- adliye kavramları üzerinden yaptıkları anlamlandırma, tasnif
dikkat çekicidir. Kavramların anlamlarının gerçek bir düzeye çekilmesi halinde
bırakınız Türkiye’de bir yargı faaliyetinden bahsetmeyi bir mahkemeden dahi
söz etmemiz mümkün değildir. Keza mahkeme bazı süjeler-hak- ları ve ödevleri
üzerinden anlam kazanır. Türkiye’de yargılama pratiği kimi süjeleri
‘sanık-avukat’ dışına attığından artık mahkemenin varlığından da bahsedemeyiz.
Ortada artık devletin maaşlı memurları, hakim-savcı-kalem personeli
kaldığından onun adı artık adliyedir. Türkiye’de yargı, siyasal güçler
arasındaki denge durumundan zuhur eden bir toplumsal hakemlik alanı değildir.
Türk yargısının bugüne
kadar üzerinde durduğu tarihsel hat, iktidar alanının toplumsal ve bireysel
özgürlükler gibi toplumsal talep alanlarının derinleştiği noktalarda devlet ve
iktidar lehine bir aktör haline gelmiş ve esasen bir politik araç rolüne
soyunmuştur. Farklı siyasal ideolojik ve toplumsal tercihlerin bastırılması
yönündeki bu tarihsel misyonu, Türkiye’deki yargının kritik dönemlerde ve
iktidar güçleri nezdindeki önemini arttırmış ve daha işlevsel kılmıştır.
Necati Cumalı’nın nefis öyküsündeki gibi bu Adliye’nin, kendisi doğrudan güç kullanmadığında bile bir yıldırı haline dönüşmüş olması, akılda tutulmalıdır.
Türk adliyesi açısından sorun sadece bir başarısızlık örneği yaratmasından
kaynaklanmaz. Daha önemlisi adliyenin halka karşı mücadelenin merkezi haline
gelmesi esas sorundur. Bu özel yetkili mahkemeler açısından temel bir işleve
dönüşmüştür. Bu mahkemelerin siyasal iktidara bu amaçla kurgulanmasının yanında
hâkim/ savcıların bu politikaya gönüllü bir katılımından da söz etmek gerekir.
Yapılan alan çalışmalarında hâkim/ savcıların devletin çıkarlarıyla adaletin
gereklerinin çatışması halinde adaletten kolaylıkla ayrılabileceği
raporlanmıştır. Hâkim-savcı rolü kolluğun inisiyatifine tamamen terk edilmiş
durumdadır. Bu noktada DGM askeri savcısı Mete GÖKTÜRK’ün bir anlatısı taşı
gediğine koymaktadır. İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir 1994 yılında DGM’ye
sevk edilen bir şüphelinin hâkim tarafından olan serbest bırakılması üzerine
telefonla hâkimi arayıp fırça çeker. Daha sonra hızını alamayan Menzir
DGM’deki koruma polislerini çeker. DGM başsavcısının rica ve minneti sonuç
verir. Birkaç gün sonra sakinleşen Menzir koruma polislerinin tekrar göreve
başlaması talimatını verir. Yargının, bir emniyet müdürünün sinir katsayısına
tabi olması ne kadar utanç vericidir. Ancak hâkim/ savcıların bunu kendilerine
dert edindiklerini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Aksine bunu fırsata
dönüştürenler de var. Palandöken Kayak Tesisleri’ne yazı yazılarak özel yetkili
savcılara neden ücretsiz olmadığının sorulduğu bir ülkede yaşadığımız
hiç ama hiç unutulmamalıdır.
Eylül 2013 itibariyle
8960 hâkim ve 4706 savcıya sahibiz. Bu hâkim ve savcılar Adalet Bakanlığında
çalışıyor. Örgütlenmeyen ama bazı hâkim/ savcıların kurduğu örgütü kapatan,
sokağa çıkmayan en küçük demokratik tepkiyi dahi sergilemeyen ama polisin suç
işlemesini önlemek için çaba sarf eden hâkimi büyük bir iştahla yargılayan
hâkim/ savcılarla yaşadığımızı unutmuyoruz. Ö nedenle beklentilerimizi son
derece minimalize etmiş durumdayız. Kimse sizden 12 Öcak 1987 tarihinde Mutlangen’de bulunan Amerikan Füze deposuna girişi bloke ederek oturma eylemi
yapan kendi ülkelerinin ve diğer ülkelerin nükleer silahlarla tehdit edilmesine
karşı çıkan yirmi yargıç gibi olmanızı beklemiyor. Çıtayı nereye koyduğumuzdan
daha önce söz ettik.
Ama herhâlde polisin
yargı üzerindeki bu vesayetine son verilmesini istemek hepimizin hakkı!
Size daha önce iki
karar örneğini anlattığımız 17. yy Kadı Defterleri üzerinde düşünülmelidir.
Elbette, üzerinde bir araştırma bulunmayan ‘ihtilafın yargı önüne
getirilebilmesi oranı’ unutulmamak kaydıyla; 1602-19 yılları arasında Galata
Kadısınca verilen kararlar incelendiğinde, davacı da olsa davalı da olsa devlet
görevlilerinin dava kazanma şansının oldukça düşük olduğu anlaşılıyor.
Vergilendirme, miras ve vakıf nedeniyle devlet adına el koymayı içeren bu
davalarda devlet görevlilerinin dava kazanma oranı %25.7 bunun yanında diğer
tarafın %62’si davaları kazanmış, %12.3’ü de bireyler lehine uzlaşmayla
çözülmüş.
Şu haliyle, en azından bu alanda, hâkime kadı nitelendirmesi yapıldığında hakaret olarak kabul edilmesini anlamak mümkün değil. Bu rakamlar kadılara çok ciddi bir haksızlık yapıldığını gösteriyor.
‘Yargı az ya da çok bilinçli ya da bilinçsiz adli kılıflar içinde belli
siyasal hedeflere ulaşmaya yönelik bir teknik haline gelmiştir.’
Böylece her yargının gizli gücü olan siyaset kendini mahkeme alanında
tek egemen olarak ilan ederek ‘siyasal yargıyı’ meydana getirmiştir.
Terör hukukunun bir özelliği de ‘siyasal yargılamalar’ın yönetilmesindeki
işlevselliğidir. Kurt Groenewold, ‘hukuk devleti’ ‘insan hakları hukuku’ ve
‘liberal demokratik’ ilke ve kurumlar üzerinden yürüyen bir olağan yargılama
pratiği ile ‘siyasal yargılama’ pratiği arasındaki farklı yapı ve içerikleri
geniş olarak listelemiştir. Buna göre olağan yargılama sürecinde şüpheli;
masumiyet hakkına sahiptir,
iddia karşısında kendisini özgürce
ve sınırsızca savun ma hakkı vardır, savunmanın biçim ve içeriğini istediği
gibi belirler,
yargılama sürecinde başlı başına
bir öznedir,
yargılama sürecinin diğer özneleri
karşısında herhangi bir ikincil niteliği yoktur.
Bu hak ve özgürlükler modern iktidarın ilkesel olarak tanıdığı ve yargılama süreçleri açısından daha da çoğaltılabilir özelliklere sahiptir.
Groenewold, ayrıca olağan yargılama pratiğinin temel
özelliklerini de belirlemiştir. Olağan yargılamada bir tarih içindeki bir
‘süre’ ve bu süre içinde meydana gelen olayda rol alan maznun ile ilgili bir
algılama ve yorumlama çabası söz konusudur. Yargılama, sanığın herhangi bir zaman
diliminde ve herhangi bir yerde dışa yansıyan herhangi bir fiili ile
sınırlıdır. Buna karşılık, siyasal yargılamada, özgül olay (fiil) bağlamı
tamamen kaybolmuştur. Belirli bir zaman ve mekânda ortaya çıkan eylemlerin
ötesine taşan bir yargılama ve karar verme çabası söz konusudur. Yargılama konusu
yapılan şey herhangi bir zaman ve mekân ile sınırlı değildir. Ayrıca bu durumda
şüpheli;
masumiyet hakkına sahip değildir,
iktidarın bir nesnesidir,
normal bir mahkûm değildir, bir
düşmandır, duruşma salonunda bulunması yeterlidir, devletin gösterisinin ancak
bir parçası olabilir.
bağımsız bir özne değildir,
geleneksel haklara sahip değildir,
kendi savunmasını yürütemez ve
yönetemez, istenme yen açıklamalar da yapmasına izin verilmez.
Devlete göre ‘teröristlerin’ farklı bir hukuki devreyi gerektirecek ve
modern hukukun önceden öngörmediği özgül nitelikleri vardır. Böylece toplum iki
farklı ama sınırları belirsiz bölüm içinde kurulmaktadır. Birincisi; olağan
hukuka tabi olan, ikincisi ise olağanüstü hukuk yöntemleri uygulanması
gerekenler. Siyasal düzen ise her ikisi arasındaki eşikte egemen gücün verdiği
kararlarla biçimlenmektedir.
Böylece ‘teröristlere’ normal mahkûmlar gibi davranılamayacağı bu yeni
ve devletin kurduğu hukuk düzeninin dışındaki suçlulara ve politik varlıklarını
ve iddialarını sürdüren kişilere karşı, devletin kendi normal hukuk düzlemini
kullanamayacağı, bu nedenle de farklı bir yargılama düzeninin gerekli olduğu
ifade edilmiştir. Böylece terörizm bir istisna olarak ‘demokratik hukuk
devleti’nin siyasal ilkelerinde olduğu gibi ceza hukukunun temel ilkelerinin de
dışında durmaktadır.
Türkiye gerçek/modern anlamda mahkemelerin kurulduğu 19. yüzyılın
ikinci yarısından başlayarak kesintisiz bir siyasal yargılama geleneğine sahip
olmuştur. Her siyasal dava, devleti biraz daha tahkim etmiş ve özel yetkili
mahkemelerle mesele, yüzyılı aşan tecrübeyle sözün bittiği yere gelmiştir.
Türkiye’nin sahip olduğu siyasal dava geleneği tarihsel bir sıralamayla sunulacaktır. Elbet burada amaç hâkimlerin ‘okur-yazarlık- larındaki’ bilindik sorunu gidermek değil, Türk yargısı açısından bugün yaşadıklarımızın bir istisna, küçük bir tarihi parantez olmanın ötesinde, olağan bir yargı pratiği olduğunu göstermektir. Bu tarihsel okuma elbette bir kez daha Marx’ı haklı çıkaracaktır. “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur; tarihsel bütün büyük olaylar ve kişiler, sanki iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş; ilkinde trajedi olarak, İkincisinde kaba güldürü olarak.”
1876’da Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi ve ölümü ile Osmanlı
toplumunda demokratik/ devrimci potansiyel taşıyan bir muhalefet ortaya
çıkmıştır. Dönemin özgürlük ve eşitlik özlemlerini temsil eden bu muhalefet
Mithat Paşa’nın arkasında toplanmıştır.
Mithat Paşa ve onun temsil ettiği güçler Osmanlı Avrupa’sında Müslüman tebaa ile Hristiyan tebaa arasında laik temalı eşitliği savunan bir iktidar tasarlıyorlardı.
Anayasayla (1876-Kanun-i Esasi) getirilen din ve mezhep bağları
dışında bir vatandaşlık anlayışı, Hristiyan tebaanın da yer aldığı askeri
birlikler, karma okullar bu anlayışın tipik tezahürleridir.
Tabi bu devrimci anlayışın karşısında Mahmut Celaleddin Paşa, Redif
Paşa ve yandaşlarının başını çektiği bir Rus yanlısı klikin de bulunduğunu
belirtmeliyiz.
Bu nedenledir ki Ruslar, Osmanlı-Rus savaşında Marx’ın
deyimiyle: “Mithat Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırmak ve Damat Mahmut Paşa’yı
iktidarda tutmak için Plevne’yi ele geçirmekten daha fazla taktik ve strateji
uygulamışlardır.”Ortada halk yoktu. Paşa’nın
kaybetmesinin en güzel tarifini de yine Marx yapmıştı: “Bir krizin
zirvesinde devrimci bir tavır almasını bilmeyen bir halk kaybolmuşturNetice olarak saray entrikalarının da karıştığı bu kavgayı, dönemin
devrimci güçleri kaybetmiş ve Mithat Paşa sürülmüştür.
Meşruti yönetime son vererek bir devri kapatan ve İslamı siyasallaştırarak
tekrar ve daha güçlü bir şekilde devlet doktrini haline getiren Abdülhamit’in
bu devrimci güçleri tasfiyesi bir dava aracılığıyla olmuştur.
Abdülhamit 1876 yılında intihar ederek yaşamına son veren devrik
hükümdar Aziz’in ölümünü, muhalefetin tasfiyesinin bir aracı olarak
kullanmıştır.
1881 yılında bu iş için İstinaf Ceza Mahkemesi kurulmuştur. Mithat
Paşa’nın Tuna Valiliği döneminde husumet yaşadığı Sururi Efendi’nin
başkanlığındaki bu yargılama 27 Haziran 1881 tarihinde başlamıştır.
Toplam 11 sanığın idam cezası istemiyle yargılandığı bu dava Yıldız
Sarayı’nın bahçesine bakan Malta Karakolu yakınında bulunan boş bir alanda
kurulan çadırda görülmüştür.
Esasen Ayasofya’da bir mahkeme binası bulunmasına karşın Abdülhamit’in
Yıldız’da bulunması ve davaya günlük olarak müdahale imkânı olabilsin
düşüncesiyle böyle yapılmıştır.
Yargılama daha başlamadan Ahmed Mithat, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde
Aziz’in öldürülmüş olduğuna dair yazılar yazmıştır.
Biletli girilen bu mahkemede hâkimlerin arkasında anında müdahale
etsin diye dönemin Adalet bakanı Ahmet Cevdet Paşa’nın oturduğu bir koltuk da
bulunmaktadır. Yargılamada, sanıkların kendi belirlediği avukatlar kabul
edilmemiş, mahkeme tarafından isimleri belirlenen avukatlar arasından tercih
yapmaları istenmiştir.
3 gün ve 6 celse süren yargılama sonunda sadece işkenceyle alınmış kimi
beyanlarla aralarında Mithat Paşa’nın da bulunduğu 9 sanık hakkında idam, 2
sanık hakkında ise 10 yıl kürek hapsi cezası verilmiştir.
Yargılamada Mithat Paşa’nın tanıklara soru sorması ve
Aziz’in annesi Pertevniyal’in dinlenmesi talebi reddedilmişti. Mithat Paşa
yaptığı savunmada “Bu iddianamenin iki yeri doğru, biri ba-
şındaki besmele diğeri ise sonundaki tarih” demiştir
ve bugün bizim tüm siyasi davalarda öne sürdüğümüz tarihsel gerçeği
haykırmıştır, “Bazı mahkemeler vardır ki şeklen
biter. Aslında devam eder. Sanıklarla, mahkeme heyetinin yer değiştirdiği vaki
olan bu safhada hâkim tarihtir. Ben sizleri, cümleten bu büyük hâkime tevdi
ediyorum.”
Peki, bu tarihsel
olayın -trajedinin- bugün saygın olan kılıkla tekrar nasıl ortaya çıktığına,
yani ‘kaba güldürü’ye bakarsak ne görürüz? Dün bir çadıra hapsedilen
yargılamalar -ki Ayasofya’da mahkeme binası vardı-; bugün
Silivri’deki bir kampüse hapsediliyor, üstelik “Çağlayan’da Avrupa’nın en
büyük adliyesini açtık” şarkısı
eşliğinde…
Dün padişah günlük müdahale etsin diye mahkeme saray
bahçesine kurulurken, bakan müdahale etsin diye mahkeme kürsüsüne özel koltuk
konulurken bugün bunların hiç birine rastlamıyoruz. Elbet bu değişikliğin
nedeni yargı kültüründeki değişim değil teknik gelişmelerdir. Artık egemenin
bir yargılamaya müdahale etmesi için, saray bahçesine mahkeme kurmaya, kürsüde
bakan koltuğu ayırmaya ihtiyacı yok. Keza artık müdahale için fiziki yakınlığın
hiçbir önemi yok. Nasılsa grup toplantıları var. Sözün özü bir değişme söz
konusu ancak yargının üzerine alacağı bir türden değil. 132 yıl, adliyeye
hiçbir ilerletme katmamış olabilir ama işte bilim-teknik gelişiyor.
Dün daha yargıç
karşısına çıkmadan hükmünü veren Tercüman-ı Hakikat vardı bugün Zaman, Sabah,
Akit.
Dün Abdülhamid, Mithat
Paşa’yı mahkûm ettirmek için Aziz’in ölümünden sonra mahkemeyi kurmuştu. Bugün
İstanbul Savcılığı 2006 yılından itibaren elinde bulunan belgeleri tam 7 yıl
sonra ‘örgütsel doküman’ ilan ederek bu davayı açıyor.
Dün olağan mahkemeler
açıkken İstinaf Ceza Mahkemesinde yargılama yapıldı. Bugün yine sadece kapının
üzerinde yazan isim değişti; TMK madde 10 ile görevli.
Mithat Paşa Davası’nda mahkeme başkanı Sururi Efendi
talep
üzerine Mithat Paşa ile aralarında husumet bulunduğu gerekçesiyle
yargılamadan çekildi. Siz bugünün mahkemelerinde bu türden bir çekilme
hatırlıyor musunuz? Biz bir tane hatırlıyoruz. Yer Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi
– Dava Gazi Katliamı… Sanıklar polis, Mahkeme başkanı Hüseyin İmamoğlu
davadan çekildi… Gerekçesi son derece dikkat çekici: ‘yeğenimi yasadışı
örgütler öldürdü. Bu olay nedeniyle davada mağdur taraf ile ailem arasında
düşmanlık doğmuştur.’ İmamoğlu’nun düşmanlığı açıktı. Keza 15 Kasım 1995’te,
yargılamanın ilk celsesinde Memurin Muha- kematı Kanunu uyarınca izin isteyip
yargılamayı durdurdu. Bu izin süreci tam 22 ay sürdü. Böyle bir izne gerek
olmadığına dair karar verildikten sonra bu kez de yargılamadan çekildi.
Tek farklılık bu da değil. Mithat Paşa Davası’nda mahkeme mahkûmiyet kararını oy çokluğuyla verdi. Padişahın açtırdığı bir davada bazı hâkimler muhalif kaldılar. Bu ölçekteki bir davada bugün benzer bir muhalefet şerhini değil hatırlayan olabileceği ihtimaline inanan varsa beri gelsin. Küçük bir not: İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi/ bazı davalarda, muhalefet şerhi yazan mahkeme başkanı Şeref Akçay. Ve adamcağız istifa ede- ne-ettirilene kadar hiçbir mahkeme üyesi kendisine selam dahi vermedi.
1. Paylaşım savaşı aralarında Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu İttifak
Devletleri yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Yenilenler savaşın bedelini ödemeye
devam etmişlerdir. Bir taraftan işgallere, diğer taraftan ağır ekonomik-
siyasal koşullar içeren anlaşmalara boyun eğmeleri isteniyordu.
Bu dönemde Osmanlı ülkesi benzer bir tecrübe yaşıyordu. Savaşın ve
yenilginin bedelini asıl olarak Anadolu halkı ödese de siya- seten bedel
ödemesi istenen İttihat ve Terakki’ydi. Keza, dönemin reel politiği uyarınca
Osmanlıyı savaşa İttihatçılar koymuştu. Dolayısıyla yıkımın ve yenilginin
sorumlusu onlardı ve halk bu nedenle İttihatçılardan hesap sorulmasını
istiyordu. Yine İtilaf Devletleri de İttihatçıların cezalandırılması için hem
hükümete hem Vahdettin’e baskı yapıyorlardı.
Bir taraftan emperyalistlerin diğer taraftan halkın tepkisi ortak bir zeminde buluşunca, Padişah İttihatçıların cezalandırılması amacıyla olağanüstü bir mahkeme kurulmasını istemiştir. İktidara hazırlanan Hürriyet ve İtilaf Partisi ise İttihatçılara karşı oluşan bu bloku tarihsel rakibi İttihatçıları yok etmek için bir fırsat olarak görmüştür.
16 Aralık 1918’de önce İstanbul’da daha sonra ise Anadolu’nun değişik
yerlerinde ‘Divan-ı Harb-i Örfi’ isimli olağanüstü Mahkeme böylece
kurulmuştur. Mahkeme bir dönem başkanlığını yürüten Mustafa Nazım Paşa’ya
atfen ‘Nemrut Mustafa Divanı’ olarak adlandırılmıştır. Burada bir haklılık
payı bulunmaktadır. Keza Mustafa Nazım Paşa’nın başkanlığı sırasında mahkeme
Hürriyet ve İtilaf Partisince verilen listeler uyarınca tek celsede onlarca
idam kararı vermiştir. Urfa Valisi Nusret Bey’in yargılandığı dava, mahkemenin
ulaştığı noktayı tespit etmek için oldukça önemlidir. Nusret Bey’in ilk
yargılanmasında ikiye karşı üç oyla beraat kararı verilmiştir. Ancak Nusret
Bey’in asılması gerekmektedir. Mahkeme lehte oy kullanan üyelerden birinin
değiştirilmesiyle tekrar toplanmıştır. Bu kez ikiye karşı üç oyla idam kararı
verilmiştir.
Hürriyet ve İtilaf Partisi ve iktidarı bu mahkemeyi siyasal rakibi
İttihat ve Terraki Partisini bitirmek için kullanmıştır. 30 Ocak 1919’da önce
34 kişi, 10 Mart 1919 tarihinde bu kez 22 kişi tutuklanmıştır. Tutuklananlar
arasında Sadrazam, Bakan, Mebus, gazeteciler bulunmaktadır. İttihat ve Terakki
iktidarı döneminde Sadrazamdan en alt seviyedeki memura kadar her kim görev
yapmışsa potansiyel suçlu olarak görülmüş ve cezalandırılmaları noktasında her
hangi bir sınır ve kural tanınmamıştır.
Bu mahkeme başta M. Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı’nın ileri kadroları hakkında da gıyaplarında idam kararları vermiştir. Mahkeme Osmanlı Devletiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Hareketli bir Kürt ileri geleni olan Mustafa Paşa, biraz itilip kakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrılacak ve ölümünden önce, kısa ömürlü Kürdistan Devleti’nde, bakanlık bile görecektir.
İstiklal Mahkemeleri Meclisin açılmasından kısa bir süre sonra kurulan
ve bütün muhalefet odaklarının tamamen temizlendiği 1927 yılına kadar arada
küçük fasılalarla da olsa kesintisiz faaliyet gösteren mahkemelerdir. Bu
açıdan bakıldığında Cumhuriyetin, olağanüstü yargı beşiğinde kurulduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.
İstiklal Mahkemeleri 1920-1923 ve 1923-1927 yılları arasında olmak üzere iki dönem faaliyet göstermiştir.
Birinci Meclis döneminde faaliyet gösteren İstiklal Mahkemeleri ilk
olarak 11 Eylül 1920 tarihinde asker kaçakları sorununu çözmek amacıyla kabul
edilen, Firariler Kanunu uyarınca; Ankara, Eskişehir, Konya, İsparta, Sivas,
Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır olmak 11 ilde kurulmuştur.
Mecliste özellikle II. Grubun muhalefeti nedeniyle Ankara dışındaki
diğer İstiklal Mahkemeleri 17 Şubat 1921 tarihinde kapatılmıştır. Bu tarihten
sonra sadece Ankara İstiklal Mahkemesi faaliyetini sürdürmüştür. 5 Ağustos
1921’de Mustafa Kemal’in olağanüstü yetkilerle Başkumandanlık makamına
getirilmesiyle başkumandan emriyle Konya, Kastamonu, Samsun ve Yozgat’ta da
kurulmuşlardır. 20 Temmuz 1922 tarihinde başkumandana verilen özel yetkilerin
kaldırılmasıyla birlikte bu faaliyet dönemi kapanmıştır.
Eskişehir-Kütahya savaşlarındaki askeri yenilgi sonrasında bu kez de 31
Temmuz 1922’de El-Cezire ve İşgal Yeri
İstiklal Mah- kemeleri’nin kurulduğunu görüyoruz.
İstiklal Mahkemeleri’nin II. Meclisteki faaliyeti dönemi
ise 8 Aralık 1923’te İstanbul’da kurulan İstiklal Mahkemesi’yle başlamıştır.
Mahkeme elindeki davaları bitirdikten sonra, bu yöndeki talebi de
dikkate alınarak, 30 Ocak 1924’te Meclis tarafından
kapatılmıştır.
İstiklal Mahkemeleri’nin son faaliyet dönemi ise 4 Mart 1925’te Tahkiri Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesiyle başlamıştır. Biri Ankara’da diğeri İsyan Bölgesi (Şark) olmak üzere iki mahkemenin kurulduğunu görüyoruz. Bu iki mahkeme de 7 Mart 1927’de tamamen kapanmış ve İstiklal Mahkemeleri dönemi bitmiştir.
İstiklal Mahkemeleri esas olarak asker kaçakları sorununu çözmek
amacıyla kurulmuştur. Uzun savaş yılları düzenli ordu kurma çalışmaları ciddi
bir asker kaçakları sorununun doğmasına neden olmuştur.
Bu mahkemelerin kurulmasından sadece 15 gün sonra 26 Eylül 1920’de Antalya milletvekili Rasih Efendi’nin teklifiyle mahkemenin görev alanı; ‘vatan hainliği, casusluk, memleketin maddi ve manevi gücünü her ne şekilde olursa olsun kırmaya çalışma’ gibi suçları da kapsamına almıştır. Hal böyle olunca mahkemelerin bakamayacağı suç neredeyse kalmamıştır.
İlk meclis döneminde 2. kez kurulduklarında mahkemenin görev sahası
büsbütün genişlemiştir. Keza başkumandanlık tarafından yayınlanan Tekâlifi
Milliye emirlerine uymama da mahkemenin görev sahasına dâhil edilmiştir.
Bu dönemin ilk İstiklal Mahkemesi 8 Aralık 1923 tarihinde kurulan
İstanbul İstiklal Mahkemesi’dir. Bu mahkeme; Londra İslam Cemiyeti Başkanı
Seyit Emir ve Ağa Han tarafından İsmet İnönü’ye gönderilen ve hilafetin
Müslüman halklar arasında manevi bir bağ olarak muhafaza edilmesini talep eden
mektupların muhatabına ulaşmadan Tanin, İkdam ve Tevhidi Efkâr isimli
gazetelerde yayınlanması üzerine mecliste yapılan bir gizli oturumda bu olaya
bakmak üzere kurulmuştur.
Bu gazetelerin başyazarı ve sorumlu müdürleri Hüseyin Cahit,
Velid Ebuziya, Ahmet Cevdet, Ömer İzzettin ve Hayrettin Beyler 8
Aralık’ta tutuklanmışlardır.
Yine hilafetin korunması gerektiği yönlü makale yazan İstanbul Barosu
Başkanı Lütfi Fikri de (10 Ekim 1923 tarihli yazı) aynı mahkemece
tutuklanmıştır.
Yapılan yargılamalar sonunda 27 Aralık 1923’de Lütfi Fikri’ye 5 Yıl
Hapis Cezası verilirken, gazeteciler ise 2 Ocak 1924 tarihinde beraat
etmiştir. Mahkeme bu 2 aylık faaliyeti sonunda kapanmıştır.
İstiklal Mahkemeleri ikinci meclis döneminde ikinci kez 13 Şubat 1925
tarihinde başlayan Şeyh Sait Ayaklanması dolayısıyla 4 Mart 1925>te kabul
edilen Takriri Sükûn Yasası dolayısıyla kurulmuşlardır. Yasanın kabul edildiği
gün biri Ankara diğeri Şark olmak üzere iki mahkeme kurulmuştur.
Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Sait Ayaklanmasının bastırılmasından
sonra göreve başlamış ve 28 Haziran 1924 tarihinde başta idam olmak üzere
verdiği ağır cezalarla yargılamayı tamamlamıştır.
Aynı mahkeme Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tüzüğünde yer alan ‘partinin dinsel
düşünce ve inançlara saygılı olduğuna’dair ilkenin
ayaklanmanın kışkırtılmasına vesile olduğu gerekçesiyle görev alanı
içerisindeki bütün TPCF şubelerinin kapatılmasına da karar vermiştir.
Bu Mahkeme isyanı bazı gazetelerin teşvik ettiği gerekçesiyle Elazığ’da
da bir yargılama yapmıştır. Bu dava ise sanık gazetecilerin M. Kemal’den af
dileyen mektupları üzerine, M. Kemal’in mahkemeye çektiği telgrafla bu durumun
dikkate alınması isteği üzerine beraat ile sonuçlanmıştır.
Ankara İstiklal Mahkemesi (4 Aliler Divanı) bu dönemin en faal
mahkemesidir. Bu mahkeme âdeta gezici bir ‘terör’ uygulamıştır.
1926 yılının Haziran ayında Türkiye bir haberle
çalkalanmıştır. Habere göre M. Kemal’e suikast yapmak isteyen bir çete
yakalanmıştır.
7 Mayıs tarihinde Güney ve Batı Anadolu gezisine çıkmış olan M. Kemal
15 Haziran’da İzmir’e gelecektir. İşte suikast bu sırada Kemeraltı’nda
gerçekleştirilecektir. M.Kemal’in İzmir’e gidişini ertelemesi suikast planını
bozar. Çete üyelerinden Sarı Edip Efe’nin İzmir’den ayrılması üzerine, bu
durumdan şüphelenen ve de kendini kurtarmak isteyen, suikast sonrasında çete
üyelerini motorla sakız adasına götürecek olan Giritli Şevki, olayı İzmir
valiliğine ihbar etmiştir. Bunun üzerine çete üyeleri bir bir yakalanmıştır.
Hükümet suikast sorumlularının yargılanması görevini Ankara İstiklal
Mahkemesi’ne vermiştir.18 Haziran’da (1926) İzmir’e gelip soruşturmaya başlayan
mahkeme, olayın basit bir suikast girişimi olmadığı kanısına varmıştır.
Mahkemeye göre suikast; ittihatçı, II. Grup ve TPCF mensuplarının
hazırladıkları hükümet darbesinin bir parçasıdır.
Savcının
iddiası şuydu ; “Birinci Dünya Savaşının bitmesinden
sonra liderleri yurtdışına kaçan eski İTC mensupları yeniden iktidara gelme
perspektiflerini hiç kaybetmediler. Millî mücadele yıllarında I. Meclisteki
İkinci Grubu kullanarak bunu yapmaya çalıştılar ama başaramadılar.1923’te kendi
programlarını yaparak seçime katılmaya kalkıştılar ama bu da engellendi. II. Meclis
döneminde TPCF’yi kullanarak aynı çabayı gösterdiler ama yine başarılı
olamadılar. Sonunda suikast planını organize ederek Cumhurbaşkanı’nı öldürüp
iktidara gelmeyi denediler.”
49 tutuklu sanığın duruşmasına 26 Haziran 1926’da başlanmış olup karar
15 Temmuz’da verilmiştir. Mahkeme heyeti, aralarında bağımsız olarak
milletvekilliği süren eski TPCF üyesi altı kişinin de bulunduğu, 15 sanığın
idamına karar vermiştir.
İdam edilenler Ziya Hurşit, Gürcü Yusuf, Laz İsmail, Çapur Hilmi, Sarı
Edip Efe, Rasim (suikast düzenleyiciler) milletvekilliği süren TPCF üyesi
Ahmet Şükrü, Abidin, Halis Turgut, İsmail Canbulat, Rüştü Paşa, Ayıcı Arif ve
I. Meclis milletvekillerinden Hafız Mehmet’ti. Mahkeme firarda olan Ankara Eski
Vali’si Ab- dülkadir ve ünlü ittihatçı Kara Kemal’e gıyaplarında idam cezası
vermiştir.
Kara Kemal 27 Temmuz’da İstanbul’da yakalanmak üzereyken intihar etmiş,
Abdülkadir Bey ise 23 Ağustos’ta yakalanmış ve 31 Ağustos’ta idam edilmiştir.
Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat, Refet ve Mersinli Cemal
Paşalar Cumhurbaşkanı’nın özel isteğiyle beraat ederken eski İTC üyeleriyle
İkinci Grup üyelerinin davalarına Ankara’da devam edilmesine karar verilmiştir.
1 Ağustos 1926 tarihinde Ankara’da başlayan yargılama, yargılamanın
siyasi niteliğini cascavlak meydana çıkarıyordu. Keza sanıklara suikastla bir
ilgileri bulunup bulunmadığı hiç sorulmadı. Salt yaptıkları muhalefetin
hesabının verilmesi istendi.
Mahkeme 26 Ağustos’ta verdiği kararla Cavit Bey, Dr. Nazım, Filibeli
Hilmi ve Yenibahçeli Nail beyleri idama mahkûm etti. Diğer sanıkların bir
kısmına süreli hapis cezaları verilirken II. Grup üyeleri ise beraat ettiler.
Son bir not; Bu yargılamada Dr. Nazım’ın yaptığı savunma oldukça
etkileyicidir. Aslında hatırlatmalıyız ki Mithat Paşa Davasındaki savunma da
son derece sağlamdı. Ancak bunların ‘son karar’ üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
Bu yargılamayla İttihat ve Terakki’nin CHP’ye katılmamış olan önemli kadroları ağır biçimde cezalandırıldılar. Ulusal hareket ve Kemalist devlet bütünüyle ittihatçı örgüt ve girişimlerin üzerinde kurulduğu için kendisi için en önemli tehdidi İTC olarak görüyordu. İktidar için dışarıdaki muhalif ittihatçılar en tehlikeli gruptu. Çünkü her ikisi de aynı tabana hitap ediyorlardı. Bu mahkeme kararıyla İTC>nin fiili olarak (örgütsel olarak) ortadan kalktığını söyleyebiliriz.
– İstiklal Mahkemeleri üyeleri milletvekili idi. Heyet üç milletvekilinin
meclis tarafından doğrudan seçilmesinden oluşuyordu. Yalnız Başkumandanlık
yasasıyla özel yetkilerle ve meclisin tüm yetkileriyle donatılan M. Kemal, I.
Meclisin ikinci döneminde kurulan İstiklal Mahkemesi üyelerini bizzat
seçmiştir. M. Kemal’in belirleyici bir etkisi söz konusudur.
Siyasal iktidarın en tepesindeki kişinin bizzat hâkimleri belirlediği bir yargılama her türlü hukuki nitelendirmeyi gereksiz kılmaktadır. Yalnız bu salt düne dair bir özellik değildir. TMK 10. Madde ile görevli mahkemelerin kuruluşu ve hâkim atamaları da benzer nitelikte olduğunu göstermektedir.
Rize’de görev yapan hâkimlerin TMK 10.Madde ile görevli mahkemelerdeki
aranırlığı ne kaderden ne de bu hâkimlerin yükselen burçlarından
kaynaklanıyor. İzmir Suikast Davası sonrasında uzun bir savunma yapan Kazım
Karabekir’e mahkemece izin verilmiş olmasına kızan M. Kemal, Çeşme’de
katıldığı bir baloya, mahkeme üyelerini çağırıp azarlamıştır.
Yine Şark İstiklal Mahkemesi’nin Gazeteciler Davasında beraat kararı
vermesi, gazetecilerin kendisine af başvurusu yapması üzerine, M. Kemal’in
mahkeme heyetine çektiği telgrafla olmuştur.
İzmir Suikast Davası soruşturmasında Mahkeme Kazım Karabe- kir, Refet
Bele ve Ali Fuat Cebesoy>un tutuklanmasına karar vermiş, başvekil İsmet
İnönü bunu engellemeye çalıştığı için mahkeme onun hakkında da tutuklama
kararı vermiştir. En son M. Kemal İsmet İnönü>yü mahkeme işlerine
karışmaması yönünde uyarmış ve araya girerek İ. İnönü>nün tutuklama kararını
kaldırt- mıştır. Müdahale bununla bitmemiş mahkeme yine M. Kemal>in
<ricasıyla> komutanların beraatına karar vermiştir.
Bugün davalar siyasi partilerin grup toplantılarının değişmez konusunu
oluşturuyorlar. Mahkemeye müdahale salt düne ait bir olgu değil. Başbakan
Meclis Grubunda, TV’de bizi defalarca hedef gösterdi. Davanın savcılığına
soyundu. Yargıtay, Danıştay Başkanlığı seçimlerinde yaşananlar yürütmenin
yargıya müdahalesini, yargı içerisinden yapacak bir örgütlenmeyi tamamladığını
gösteriyor.
-Mahkeme vicdani kanaatine göre karar verir, hiçbir delil araştırmasına
gerek yoktur. Salt bir kanaat yargılaması söz konusudur.
Bugün delil yasakları sistemi pratik olarak ortadan kaldırılmıştır.
Mahkemeler artık üretilen-yaratılan delillerle mahkûmiyet kararları
vermektedir. Artık Ceza Muhakemesinin ‘altın delili’gizli
tanık beyanları olmuştur. Yani delilsiz karar verme salt düne değil bugüne de
ait bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır.
-Kararlar temyiz edilemez kesindir. Bu husus özellikle 1. Mecliste 2.
Grup tarafından sürekli bir tartışma konusuna dönüştürülmüş sonunda idam
kararlarının meclis denetimine alınması sağlanmıştır.
Bugün bu durum aradan geçen uzun yıllara karşın farklı bir kılıkla
aynen devam ediyor. AKP temyiz başvurusu için harç zorunluluğu getirerek
temyiz hakkının kullanılmasını Anayasa Mahkeme- si’nin düzenlemeyi iptal
etmesine kadar kısıtlamayı dahi becermiştir. Yolun açık olması veya kanunla
düzenlenmesi, kararların temyizen incelendiği anlamına gelmez. Tetkik hâkimine
terk edilmiş dört dakikalık (Yargıtay Kanunu ve Danıştay Kanunu) bir sunumla
yapılan incelemeye her şey söylenebilir, sadece tek bir tanımlama yapılamaz:
Temyiz.
-Verdikleri kararlardan ötürü sorumlulukları yoktur
Bugün, Ergenekon Davası sonrasında yapılan düzenlemeyle Türkiye’de
hâkim-savcıların kişisel sorumlulukları ortadan kaldırılmıştır.
-Mahkemeler denetim dışıdır.
Bugün, Adalet Bakanlığı’nın taciz ve ayar verme
operasyonlarını ve HSYK’nın yer değişikliği tehdidini denetim saymazsak, yargı
denetim dışıdır.
-Yargılamalar tutuklu yürütülür.
Bugün, CMK 100.maddesinde düzenlenen katalog suçlar ve mahkeme
pratiğimize bakıldığında gayri resmi bir zorunlu tutuklama kurumu
getirilmiştir. Siyasi davalarda slogan atmak, pankart açmak vb. gibi eylemler
dahi tutuklama baskısı altındadır.
-Bu mahkemeler, başlangıçta sadece asker kaçakları
sorununu çözmek ve bu suçlara bakmak üzere kurulmuşken zamanla görev alanının
genişletildiğini görmekteyiz. Ayaklanma, Atatürk’e suikast, muhalif basın asker
kaçakları, komünist örgütlenme, soygun, adam öldürme, iftira, görevi kötüye
kullanma, rüşvet, yolsuzluk, casusluk, hükümete muhalefet, kız kaçırma davalarına
da bakmıştır.
Mahkemenin sadece Şapka Kanununa muhalefet nedeniyle;
Aralık 1925’te 75 dava 163 sanık 43 idam,
Ocak 1926’da 78 dava 582 sanık 41 idam,
Şubat 1926’da 63 sanık 13 idam rakamına ulaştığını belirtmeliyiz.
Bu dönemde ücretlerine zam yapılmasını isteyen telgrafçılar dahi idam
cezası istemiyle bu mahkemelerde yargılanmıştır.
Şark İstiklal Mahkemesi 2 yıllık çalışma süresi içerisinde 5.010 kişiyi
yargılamış, bunların 2.779’u beraat etmiştir. Verilen mahkûmiyetlerin 420’si
idamdır.
Ankara İstiklal Mahkemesi aynı sürede 2.436 kişiyi yargılamış bunların
1.343’ü beraat ederken diğerleri cezalandırılmıştı. Bu mahkûmiyet kararlarının
240’ı idamdır.
Tabi asker kaçaklığı nedeniyle verilen idamlar bu
rakamların dışındadır. Yine ayrıca, bu dönemde Sıkıyönetim Mahkemelerinin
faaliyette bulunduğu akılda tutulmalıdır -ki bunların istatistik bilgileri
yoktur. Bugün Terörle Mücadele Yasası’nın 4.maddesi ile TCK’nın yaklaşık 1/3’ü
olağanüstü yargının görev alanı içerisindedir. Yine başkaca kanunların ceza
hükümleri de kapsama alın-
mış durumdadır. Ve bu devasa
kapsam giderek büyümektedir.
Bugün gazetelerin olağanüstü mahkemelerle kurduğu bağ,
zorunluluktan ‘gönüllü katılıma’ dönüşmüş olup, iliştirilmiş işlevselliğinden
bir şey kaybetmemiştir. Fark, o dönemde gazetelerin siyasal iktidar
karşısındaki görece bağımsızlığından bugün ise iktidarın bir parçası
olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda mahkemenizde görülen bu davaya
SAZ’ın (Sabah-Akit-Za- man) eşliği küçümsenemez.
-İstiklal Mahkemesi
Kanunu’nda avukat yardımından faydalanmaya engel teşkil edecek bir madde
bulunmamasına rağmen yargılamalarda genellikle avukat tutulmasına izin
verilmemiştir.
İzmir Suikast Davasında
İzmit mebusu Şükrü Bey avukat tutmak istediğini belirtince mahkeme reisi Ali
Çetinkaya, “İstiklal Mahkemeleri dava vekillerinin cambazlığına gelmez”
diyerek bu isteği reddetmiştir.
Bugünün olağanüstü
mahkemelerince savunma hakkı tedrici olarak ortadan kaldırılmıştır. İstediğin
avukatı belirleyememe (Mithat paşa ile başlayan süreç), avukat talebinin
reddedilmesi (Ankara İstiklal Mahkemesi) bugün en son noktasına, avukatın
tutuklanmasına ulaşmış bulunmaktadır.(İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi) bugün
en son noktasında. Baştan başlayıp tarihleri de işaretleyelim; 1881, 1926,
2013 gelişme gerçekten dehşet verici!
-Suç ve ceza dengesi
ortadan kaldırılmıştır. Yine ceza hukukunun bütün ilkeleri yok sayılmıştır.
Mahkeme; asker
kaçakları ile ilgili verdiği kararlarında, “Bir
daha kaçtığı takdirde devlet kuvvetleri tarafından derhal idam edilecektir” şeklinde bir hüküm veriyordu. Mecliste bu durum ‘veresiye idam’ denilerek eleştiriliyordu.
-Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi yok sayılmıştır.
İstiklal Mahkemeleri
yargılama süresince kendilerini mevcut mevzuata bağlı hissetmemişlerdir. Bu
noktada Şark İstiklal Mahkemesinde savcı ile mahkeme arasındaki bir tartışma
dikkat çekicidir.
Yargıçlar mahkemenin
yetkisinin çok geniş olduğunu askeri ve mülki ceza kanunlarının ve diğer
kanunların her maddesine giren bütün suçların yargılanmasında yetkili
olduklarını savunuyorlardı. Savcı ise yetkilerinin İstiklal Mahkemesi Kanunu
ile sınırlı olduğunu ve bu yetkinin dışına çıkılamayacağını belirtiyordu. Bu
tartışmanın bir yerinde mahkeme başkanı Lütfi Müfit Bey “bizim
belli bir amacımız vardır ona varmak için ara sıra kanunun üstüne de çıkarız”cevabını vermiştir.
Gerçekten 1926 yılında
çıkarılan TCK’nın bu mahkemede uygulanıp uygulanmayacağına ilişkin, mahkeme
ile Milli Savunma ve Başvekillik arasında bir yazışma yapılıp, İstiklal
Mahkemeleri’nin kanunu uygulaması halinde zaafa uğrayacağı ve bu nedenle Kanunun
uygulanmaması isteniyordu. Ankara bu soruya hiç cevap vermedi.
Bugün şüphesiz bu düzeyde bir tartışmanın yürütülmesi
söz konusu değildir. Ancak yasal olarak istisnalar yaratılarak, pratik olarak
zaten var olan kanun istisna kapsamına alınarak uygulanabilmektedir.
Yine bizim davamızda
görüldüğü üzere, kanunun üzerinden atlanarak uygulanmaması da bir başka
uygulamadır. 3 ve 4’ncü Yargı Paketinde Düşünce ve İfade Hürriyetine konu
basın açıklamalarının suç kapsamından çıkarılmasına karşın eylemlerin davaya
konu iddianamede tek tek sayılmasının anlamı budur.
Son olarak bir farka daha işaret etmek gerekiyor. İstiklal Mahkemelerinin salonlarında mahkeme heyetinin hemen arkasında “İstiklal Mahkemesi mücadelelerinde yalnız Allahtan korkar” yazıyordu. Bugün hiçbir şeyden korkmuyorlar.
Türkiye’de Komünistler her dönem siyasal davaların sanığı oldular.
İstiklal mahkemelerinde başlayan bu durum bugün TMK 10. Madde ile görevli
mahkemelerle sürüyor.
Bu başlık altında esasen Komünistlerin 1920-1951 yılları arasındaki adliye macerasına değinilecektir. Görülecektir ki Tek Parti Dönemi de onu kapatan DP iktidarı da Komünistlere yaklaşım konusunda tam bir mutabakat içindedirler.
Ankara Hükümeti kuruluşunun ilk yıllarında Sovyetlere karşı bir denge
siyaseti izlemiştir. Bu siyasetin tabii bir sonucu olarak Yeşil Ordu, Halk
İştirakyün Fırkası ve Komünist Partisi ciddi bir sıkıntı doğursa da müdahaleye
konu yapılmamıştır. Bu politika Sovyetlerle Ankara Anlaşması yapılmasına kadar
devam etmiştir. M. Kemal bu süre içerisinde kendisine bağlı yasal bir Komünist
Fırka dahi kurdurmuş- tur. Komünistler bu dönemde istisna olsa da açık
saldırıların hedefi de oldular. Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı 28-29 Ocak 1921’de
Karadeniz’de katledilmiştir. Bu katliamın sorumluluğunu üstlenmese de katliamı
Ankara’nın organize ettiği bugün bilinmektedir.
Ankara Anlaşmasının imzalanmasından hemen sonra Ankara İstiklal
Mahkemesi aracılığı ile komünist kuruluşların tasfiyesine başlanmıştır. 21 Mart
1921’de gizli oturumda B.M.M, Tokat mebusu Nazım, Afyon mebusu Mehmet Şükrü,
Bursa mebusu Şeyh Servet Efendilerin dokunulmazlığını kaldırmıştır. Yargılanmak
üzere Ankara İstiklal Mahkemesine verilmişlerdir. Yargılama 9 Mayıs 1921’e
kadar devam etmiştir. Dr. Nazım ve arkadaşlarına 15 Yıl Hapis verilirken diğer
iki milletvekili ise beraat etmiştir. Böy- lece ilk kez Komünistler hakkında
mahkûmiyet kararı verilmiştir.
Bu tarihten sonra Komünistler 1921, 1922, 1923, 1927, 1929, 1930, 1932,
1944, 1946, 1951 yıllarında geniş tutuklamaların konusu haline geldiler. Başta
TKP olmak üzere aydınlar sürekli bir dava saldırısı altındaydılar.
Siyasi dava geleneği açısından 1929 ve 1951 yargılamaları dikkat
çekicidir. İlki doğrudan siyasi iktidarın, yargının gerçek sahibi olarak, ona müdahalesi
açısından İkincisi ise kapsamı ve hakların askıya alınması açısından en net
dava olması nedeniyle önemlidir.
6 Ağustos 1929’da Cumhurbaşkanı (M.Kemal) Ankara’dan
İstanbul’a giderken saat 02.30’da, kendisini selamlamak üzere Eskişehir
istasyonunda toplanan Yargıtay Başkan ve üyelerine ünlü antiko- münist
söylevini vermiştir. “Türk Milleti kendisinin ve memleketin yüksek
menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsit, sefil, vatansız ve milliyetsiz
sebükmağızların (hafif beyinli) hezeyanlarındaki gizli ve kirli emelleri
anlamayacak ve anlamaya müsamaha gösterecek bir heyet değildir. Bu
memleketteki Komünistler yalnız bizim tevkif ve hapsettiklerimizden ibaret
değildir. Bu işlerle bizzat alakadar olacağım”.128
Bunu sıradan bir ‘yargıya söyledim, gereğini yapacaklar’ kabul etmeyin. Konuşan
cumhurbaşkanı, dinleyenler Yargıtay üyeleriydi. Elbette sonuç belliydi; ardı
ardına gelen davalar ve verilen ağır hapis cezaları…
Siyasal iktidar 1934
yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu çıkarmış, ardından 1936 yılında TCK’ya
141 ve 142. maddeleri eklemiştir. Tüm bu yasal düzenlemeler komünistlere
uygulanan yasaların tahkim edilmesi amacını taşımaktadır.
1951 TKP Tevkifatı bu
tarihe kadarki en büyük Komünist Operasyonudur. Bu tevkifatta TKP’nin kurucusu
olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinden sonra hareketin
önderliğini üstlenen Dr. Şefik Hüsnü Değmer başta olmak üzere tüm MK üyeleri
yakalanmıştır. Yakalananlar 187 kişi ile o tarihe kadarki en büyük sayıya
ulaşmıştır.
Yargılama sırasında TCK
141 ve 142’de düzenlenen ceza miktarları artırılarak idam başta olmak üzere
ağır cezalar getirilmiştir. Yine bu dönemde pişmanlık uygulaması ilk kez hayata
geçirilmiş, bu noktada da yasal değişiklikler yapılmıştır. Bu operasyon/ tutuklama
ile birlikte TKP, tarihinin en büyük darbesini yemiştir.
26 Ekim 1951 tarihinde
başlayan yakalamalarla yeni bir dönem açılıyordu. Soruşturmanın başlatılmasının
hemen ardından İstanbul Emniyet Müdürlüğünün Sansaryan Handaki Birinci
Şubesinin hücreler bölümü, Ankara Garnizon Komutanlığı 2 No’lu Askeri Ceza ve
Tutukevi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tutuklular Komünist masası
görevlilerinin işkenceli sorgularının yanında, DP iktidarının çıkardığı bir
kararname ile askeri sorgu hâkimi tarafından sorgulandılar. Aralarında asker
kişiler bulunduğu gerekçesiyle de askeri mahkeme tarafından yargılandılar. 2
yılı aşkın bir süre Sansaryan Handaki hücrelerde tutulanların sayısı oldukça
artmış bu nedenle bu kişiler Harbiye Askeri Ceza ve Tutukevi’ne sevk edilmişlerdir.
Yargılama burada gizli celselerle yürütülmüştür.
15 Ekim 1953’de başlayan yargılama 7 Ekim 1954 tarihinde sanıklara
ağır hapis cezaları verilmesiyle bitirilmiştir. DP’nin ve Başbakan Adnan
Menderes’in Halk Partisi zamanındaki tabutluklardan, işkence odalarından söz
ederek siyasi hasımlarını millete jurnal ettiği günlerde, eski Sansaryan Hanın
üst katı bir salhane halini almış bulunuyordu. Bu birbirini beğenmeme halinin
dönüşümlü devamlılığı, bildiğiniz gibi izleyen altmış yılın da önemli
temalarındandır ve artık gerçekten iç sıkıcı hale gelmiştir.
Türkiye’nin NATO’ya sokulmaya çalışıldığı bu dönemde bu amaca
ulaşmanın en kestirme yolu olarak, Komünistler en ağır işkencelere hukuk
tanımazlıklara maruz kalmışlardır.
187 kişinin yargılandığı bu davada sadece üç sanığın asker olması
nedeniyle yargılama askeri mahkemede yapıldı. Oysa aynı dönemde NATO üyesi
ülkelerden birine ait bir ticaret gemisi Çanakkale boğazında bir Türkiye
denizaltı gemisine bindirmiş, denizaltı batarken 81 Türkiyeli deniz er ve
subayı hayatını kaybetmiştir. Askeri kişilere ve askeri araçlara karşı işlenen
suçlar yürürlükte bulunan yasaya göre askeri mahkemede görülmesi gerekirken bu
dava, Nabolant Davası NATO üyelerini kızdırmamak emperyalistlerle ilişkiler
nedeniyle sivil mahkemeye verilmiştir.
Aynı dönemde iki davadaki farklı bu iki yargı pratiği siyasal dava
gerçeğini yeterince açık anlatmaktadır.
Bu davada ilk kez bir savunma siyasi içeriği nedeniyle ‘tevili ikrar’
olarak kabul edilerek, örgütü savunma, komünizm propagandası yapmak sayılmıştır.
İkinci Paylaşım savaşının ilk yılları savaşın Nazi Almanya’sının ve müttefiklerinin büyük fetihleriyle sürdüğü bir dönemdi. Bu dönemde Türkiye’de faşist hareket altın çağını yaşamıştır.
Devletin Türk
ocaklarında kendilerine sağlanan doğal propaganda imkânlarından faydalandılar.
Hareketin lideri konumundaki Nihal Atsız, R. Oğuz Türkkan, Z. Velidi Togan
Alman yanlısı generaller ve bakan düzeyinde devlet yetkililerini de içeren
oldukça geniş bir sempatizan kitlesine sahiptiler.
Nazi
Almanyası’nın gerilemeye başladığı 1943’den sonra bu altın çağ kapanacaktır.
İsmet İnönü 19 Mayıs 1944 tarihli nutkunda; “Türk
milliyetçisiyiz. Fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız… Bu
kadar şuursuz ve vicdansız fırsatçıların tezvirlerine Türk milletinin
mukadderatını kaptırmamak için elbette cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız…
Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da
kudretle müdafaa edeceğiz”.
demiştir.
Ardından ‘yargının gerekeni
yapacağını’ söylemiştir. Aynı gün gazeteler gizli
bir Turancı örgütün ortaya çıkartıldığı, geniş tutuklamalar olduğunu haber
vereceklerdir.
Türkiye’de faşist
hareketin ilk evresini noktalayan 1944 Tevkifatı sonrası açılan davada 23 sanık
yargılanmıştır. Ne var ki Mayıs ortasında tutuklanıp 7 Eylül’de mahkemeye
çıkanların 13’ü 29 Mart 1945’te beraat etmiş, 10 yıla mahkûm olan diğer 10
sanık ise 26 Ekimde serbest bırakılmıştır. Yargıtay sürecinden sonra ise tamamı
1947’de beraat etmiştir.
Irkçıların İsmet İnönü’nün açık çağrısıyla tutuklanmaları siyasi dava geleneği açısından dikkate değerdir. Ancak faşist hareket açısından bu tevkifatın ilk olduğunu söyleyebiliriz. Ta ki 12 Eylül Darbesine kadar. Ancak o tarihte de aynı çevrenin yargısal süreci benzer bir tarihsel tecrübeyle tamamlanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren siyasal davaların değişmez
sanıklarından bir diğeri de Kürtlerdir.
Şark İstiklal Mahkemesi en çok idam kararı veren İstiklal Mahkemesidir.
Şeyh Sait Ayaklanmasını Kürtlerin olağanüstü yargıyla ilk tecrübesi olarak
değerlendirebiliriz. Bu ayaklanmanın niteliği hala tartışmalıdır. Dini bir
ayaklanma yahut bir Kürt Ayaklanması olduğuna ilişkin muhtelif tartışmalar
yürütülmüştür. Bugün artık Kürt siyasal hareketinin bizzat tarihine kabul
ettiğini ve bir Kürt ayaklanması olarak okuduğunu biliyoruz.
Ancak Kürtlerin yargıyla imtihanı için, dava sürecinde yaşananların çarpıcılığı nedeniyle, 49’lar Davasının örnek olarak alınması meseleyi kavramak açısından elverişlidir.
Her şey 15 Nisan 1959 tarihli akşam gazetesinin
manşetinden duyurduğu ‘102 üniversiteli, Kürtlük iddiasında bulundu’ haberi
üzerine başladı. Haber içeriğinde CHP Niğde milletvekili Asım Eren’in 1959
yılında Kerkük’te meydana gelen olaylar üzerine Başbakana soru önergesinde “Kerkük’te
öldürülen Türkmen sayısı kadar Türkiye’de yaşayan Kürtlerin mukabele-i bilmi-
sil prensibine uygun olarak öldürülmelerini düşünüp düşünmediğini” sorduğu belirtiliyordu. Unutulmaz tekrarı sırasında yargının tutumunu
hatırlatmadan geçmek olmaz. “Her asker cenazesine karşılık bir BDP’linin
öldürülmesi” önerisini yapan yerel gazeteci ve
politikacının bu açıklaması ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ kapsamında görülerek
yargı tarafından daha çok yakın bir zaman önce aklandı. İnsanın Marx’ın
tekerrür konusundaki atfını bu kadar sık hatırlamak zorunda kalması acı.
Bu haber gündemi değiştirdi. Önce 16 Nisan 1959’da
İstanbul 3. Asliye Ceza Mahkemesi ‘Kürtçülük Mevzuu’ konusundaki tüm yayınların
yasaklanmasına ilişkin bir karar verdi. DP İktidarı ise krizi fırsata çevirmek
peşindeydi. DP iktidarı içteki başarısızlıkları bir ‘Bölücü Komünist Tehlike’
ile gidermek, aynı zamanda ABD yardımlarını arttırmak amacıyla bu olayı
kullandı.
Hükümet
ne yapacağına henüz karar vermemişti. O dönemin Cumhurbaşkanı eski komitacı Celal
Bayar “Kürtlerden 1000 tanesini Taksim Meydanında
sallandıralım ki diğerlerine ibreti âlem olsun” derken
başbakan Adnan Menderes, “Sallandıralım ama dış
kamuoyuna Komünist-Kürtçü bir hareket olarak yansıtalım ki bunu avantaja
dönüştürelim”diyordu. Fakat Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu “Türkiye’nin Ermeni meselesi ve 6/7 Eylül Olayları nedeniyle dışardaki
itibarının zaten olumsuz olduğunu buna bir de Kürtleri ilave etmemek
gerektiğini” söyleyerek
bu düşünceye karşı çıkıyordu.
Menderes’in “Arkadaşlar
suçlar idamı gerektirecek suçlar. Biz bunların elli tanesini tutuklar mahkeme
kanalıyla idam ederiz” sözü üzerine ne
yapılacağına karar veriliyordu. Önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askeri
Savcılığının isim ve soy isim kısımları boş bırakılan 50 adet tevkif
müzekkeresi çıkarılmış daha sonra MİT kimin tutuklanmasını istemişse
müzekkereye onun adı yazılmıştır.
Operasyon başlıyordu.
17 Aralık 1959 tarihinde daha çok üniversitede okuyan Kürt gençlerinden oluşan
50 kişi tutuklanarak İstanbul Harbiye hücrelerine konuldu.
Harbiye’de hücrelerde
tutulan tutuklular işkenceye maruz kalmıştır. Bir süre sonra Emin Batu
yaşamını yitirmiştir, ellerinde 49 sanık kalmıştır. Bu nedenle dava 49’lar
Davası olarak adlandırılmıştır.
Tutukluluklar sürüyor ancak nerede ve nasıl yargılanacaklarına bir
türlü karar verilemediğinden yargılamaya başlanamıyordu. Bu sırada 27 Mayıs
1960 Muhtırası yaşanmış, 49’lar çıkarılan af kapsamına alınmamıştır.
Tutuklamaları Ankara Mahkemesi yapmasına rağmen tutuklular uzun süre
İstanbul’da tutulmuşlardır.
49’lar ancak 8 Kasım 1960’da haklarındaki suçlamalardan haberdar
oldular. Tamamı hakkında TCK 125. Maddeden cezalandırma isteniyordu. (ülkeyi
bölmek)
4 Ocak 1961 tarihinde duruşmalar başladı. Savcı 15 kişinin idamını
istiyordu. 30 Nisan 1964 tarihinde tüm sanıklar delil yokluğundan beraat etti.
Askeri Yargıtay’ın idamı istenen sanıkların ‘milli duyguları yok etmeye ve
zayıflatmaya matuf cemiyet kurma gerekçesiyle’ kararı bozması üzerine yapılan
yargılamada bu kez bu sanıklara (15 Kişi) 16 Ay Hapis 5 Ay 10 Gün sürgün cezası
verildi.
Bu yargılamayla Kürt Halkının meşru taleplerine uygulanacak kanun maddesi işaret ediliyordu; bölücülük. Bu tarihten sonra Kürtler bu gerekçelerle kitlesel olarak yargı önüne çıkarıldılar, cezalandırıldılar. Olağanüstü yargının işlevselliğini yitirdiği noktada ise sokakta, dağlarda, hapishanelerde birer birer katledildiler. Katledilenler içerisinde bu davanın sanıklarından Musa Anter de vardı. 1992 tarihinde Amed’de kontrgerilla tarafından kaçırılarak katledildi.
27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra Milli Birlik Komitesi tarafından benimsenen geçici Anayasa’da Başbakan da dâhil olmak üzere eski iktidar üyelerinin yargılanması için Yüksek Adalet Divanı adlı olağanüstü mahkemenin kurulması öngörülmüştür.
Yüksek Adalet Divanı tamamı yargı kademelerinden gelen yüksek
yargıçlardan oluşturulmuştur. Burada yargılanacak sanıkların da Yüksek
Soruşturma Kurulunca belirlenmesi benimsenmiştir.
Demokrat Parti (DP) üyeleri için açılan davalar; konuları cinayet,
ayaklanmaya azmettirme ve bilerek mala/ cana zarar verme olan 3 ağır ceza
davası, anayasayı ihlal kapsamında değerlendirilen 6 siyasi dava ve 9 yolsuzluk
davası olmak üzere 3 ana grupta toplanmıştır.
Anayasayı ihlal davası Yassıada’da görülmüştür. Bu dava kapsamında TCK
146. Maddenin ihlali olarak değerlendirilen sekiz farklı suç tipi sayılmıştır.
Toplam 400 sanığın yargılandığı bu davada sanıkların hemen hemen hepsi cezalandırılmıştır.
Başbakan, Maliye Ve Dışişleri Bakanı hakkında verilen idam kararları da
uygulanmıştır. Yargılamalara 14 Ekim 1960’da başlanmış, yargılamalar 15 Eylül
1961’de bitirilmiştir.
Yassıada politik bir yargılamadır. Duruşmalar sırasında sanıklardan
Samet Ağaoğlu mahkeme başkanı Salim Başol’a ‘suç sayılan bazı kanunlara oy
vermiş veya bizzat teklif etmiş oldukları halde 27 Mayıs günü DP içinde
bulunmayan bazı milletvekillerinin niçin sanık olmadıklarını sormuş, Başol “Sizi Yassıada’ya
tıkan kudret böyle istiyor” unutulmaz cevabını
vermiştir. Bu diyalog siyasal dava tespiti yapmak için yeterlidir. Bununla
birlikte birkaç nokta da vurgulanmalıdır.
-Yürürlükte bulunan 1924 Anayasası’nın 17. Maddesi uyarınca Meclisteki
beyan ve açıklamalardan milletvekilleri sorumlu değildir. Ancak bunlar bu
davada yargılama konusu yapılmıştır.
-Doğal yargıç ilkesine aykırılık söz konusudur. Mahkeme suç olarak
nitelendirilen fiillerden sonra oluşturulmuştur.
-Anayasayı ihlal suçu için cebir-kast unsuru gerekmesine karşın bu
tartışma gerektiği ölçüde yürütülememiştir.
-Sanıklar tecrit edilmiş, aileleriyle görüşmeleri sınırlandırılmış,
avukatların savunmalarını yapmaları engellenmiştir.
-27 Mayıs darbesinden sonra, TCK 146. maddeye üçüncü
fıkra eklenmiş ve bu fıkra uyarınca birçok sanık cezalandırılmıştır. Bu
‘kanunsuz suç ve ceza olmaz’ ilkesinin ve geriye yürüme yasağının açık ihlali
anlamına gelmektedir.
Daha önce olağanüstü
yargıyı, muhalifleri (Kürtler, Komünistler) ezme aracı olarak kullanan DP iktidarı, bu kez 27 Mayısçılarca aynı
yolla tasfiye edilmiştir.
Bu noktada dava kapsamında idam cezası alan ve cezası
sonradan müebbet hapse çevrilen sabık Meclis Başkanı, 4’lü takririn
imzacılarından Refik Koraltan’ın durumu çok ilginçtir. Koraltan II. Meclisin
kurduğu İstanbul İstiklal Mahkemesi üyesidir. Lütfi Fikri (İstanbul Baro
Başkanı) davasında cezalandırma yolunda oy kullanan üyelerden biriydi. Tarihin
cilvesi olağanüstü yargının bir üyesini tam 37 yıl sonra başka bir olağanüstü
yargı mercii önünde bu kez sanık olarak bulunduruyor ve hakkında idam kararı
veriliyordu.
12 Mart 1971’de dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağ- maç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyicioğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur tarafından ‘kardeş kavgası’, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin ağır bir tehlike içine düşürüldüğü gerekçeleriyle muhtıra verilmiştir. Bu muhtıra uyarınca mevcut durumun sonlandırılamaması halinde idareye doğrudan el konulacağı belirtilmiştir.
Darbeden
hemen sonra 11 ilde (İstanbul, Kocaeli, Sakarya,
Zonguldak, İzmir, Eskişehir, Ankara, Adana, Hatay, Diyarbakır ve Siirt) sıkıyönetim
ilan edilmiştir.
Sıkıyönetim ilan edilen
yerlerde çalışmak üzere 30 Nisan 1971 tarihinde Sıkıyönetim Mahkemeleri
kurulmuş ve bu mahkemelere atamalar yapılmıştır. 357 Sayılı Yasa uyarınca
atama işlemi Milli Savunma Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından üçlü
kararnameyle yapılmıştır.
13.5.1971 tarihinde Sıkıyönetim Kanunu çıkarılmış, bu kanunla sivil
kişilerin de askeri mahkemede yargılanması yasal olarak düzenlenmiştir. Yine ‘Asayişe
Müessir Bazı Fiillerin Önlenmesi
Hakkında Kanun’çıkarılarak ciddi bir olağanüstü hukuk mevzuatı oluşturulmuştur.
Bu dönemde ‘harekât’ adı altında halka yönelik büyük operasyonlar, geniş tutuklamalar gerçekleştirilmiştir. THKP-C tarafından 17 Mayıs 1971’de İsrail Başkonsolosu E. Elrom’un kaçırılması üzerine; Başbakan Sadi Koçaş, eylemi yapan THKP-C’ye ‘uzak yakın herkesin’ eyleme teşvik eden ‘kimlikleri polisçe bilinen bütün kışkırtıcıların sıkıyönetim bölgesi dışında olsalar dahi derhal gözaltına alınacağını’ ve ‘konsolosun öldürülmesi halinde ise bunların ve daha önce tutuklanmış olanların idam edilmesi için yasal düzenlemenin derhal meclise geleceğini söylüyordu. İçerisinde avukat, doktor, mühendis, yazar bulunan 4.000 kişi gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınanlar arasında Tarık Zafer Tunaya, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Cahit Talas, Çetin Özek de vardır.
Bu dönemde gözaltında işkencenin kurumsallaştığını söyleyebiliriz.
Öyle ki Ziverbey Köşkü işkencenin sembolü haline gelmiştir.
Sıkıyönetim komutanlıklarının aldığı kararlar uyarınca büyük toplu
davalar açılmaya başlanmıştır. Amaç halka yönelik uygulanan baskı ve şiddeti
‘tehlikenin ne kadar büyük olduğunu’ göstererek meşrulaştırmak, buna halkı ikna
etmektir.
Bu kapsamda THKP-C, THKO, TKP/ML, Dev-Genç, Denizciler Davası gibi
toplu davalar açılmıştır. Hukukun-yargının amacını gerçekleştirmede
işlevselliğini yitirdiğini düşünen iktidar bu dönemde sokak infazlarına, ev
baskınlarında infazlara yönelmiştir. Bu devlet iradesinin bugüne kadar
kesintisiz sürdüğünü belirtmemiz gerekir.
12 Mart’ta Türk adaleti bütün enerjisiyle bir yandan Kürtleri mahkemelere
çıkarıyor diğer taraftan hazırlanan iddianamelerle ‘Bu memlekette Kürt yoktur’
tezini ileri sürüyordu. DDKO ve İsmail Beşikçi Davaları bunun açık örnekleri
olmuşlardır.
Bu dönemde TİP de kapatılmıştır.
Grevler yasaklanmış, kitap, dergi, gazeteler yasaklanmış
ve yakılmıştır.
Bu dönemin en önemli davası kuşkusuz Ankara THKO Davasıdır. Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan hakkında bu davada TCK 146. Maddesini ihlal
ettikleri gerekçesi ile 2 ay 23 gün süren bir yargılama sonunda idam kararı
verilmiş, 6 Mayıs 1972’de idam edilmişlerdir. Bu davada ‘Anayasayı silah
zoruyla değiştirmeye teşebbüs’ ün şartlarının oluşup oluşmadığı tartışılmış
mahkeme; sanıklarda bulunan 14’lü tabancanın TSK envanterinde dahi
bulunmadığı, bu nedenle elverişli vasıtanın bulunduğunun kabul edilmesi
gerektiğini hükme bağlamıştır.
Anayasa Mahkemesi’ne başvuru ve onay nedeniyle bir süreç geçirdiği
sırada Ankara Sıkıyönetim ve 2. Ordu komutanı Semih Sancar imzalı bildiriyle
Sıkıyönetim kararını önceden veriyordu: “Marksist, Leninist ve Maoist düzen kurmak için örgütlenen maceracılar mutlaka
cezalandırılacaklardır, bunu sağlamak için çalışıyoruz. ”
Hükmü veren mahkeme başkanı Ali Elverdi 1974 yılında Adalet Partisine
katıldığında emekli bir generaldi ve yaptığı konuşmada; “Sadece askeri
görevi yerine getirmedim üzerime düşen politik görevi de yerine getirdim.” demiştir. Yürürlükte bulunan kanun uyarınca askerlerin politikayla
uğraşmaları yasaktır ve bir askerin politik hiçbir görevi yoktur. Ali
Elverdi’nin bahsettiği görev Sıkıyönetim Mahkemesi’nde icra edilen ve üç
insanımızın idam edilmesiyle sonuçlanan siyasal davada yerine getirilmiştir.
Aynı örgüte (THKO) ilişkin İstanbul’da açılan davada, İstanbul Sıkıyönetim
Mahkemesi ‘elverişli vasıta bulunmadığı’ gerekçesiyle TCK 146. Maddesinin
uygulanamayacağına karar vermiştir.
Mahkemenin bu yönde karar vermemesi için baskı yapılmış
(Remzi Şirin-Saydam Erdok-Refik Karaca) mahkeme görüşünden dönmeyince bu kez
de diğer davaların sonucunu belirlemek için aksi düşüncede olan hâkim Akdemir
Akmut başkanlığında 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi kurulmuştur. Gerçekten bu
yöntem işe yaramış kurulan bu mahkeme baktığı THKP-C davasında TCK 146.
Maddenin şartlarının bulunduğunu tespit ederek cezalandırma yoluna gitmiştir.
Tabi tüm bu gelişmeler üzerine Milli Savunma Bakanı Ferit Melen
tarafından idam kararı vermeyen İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi
kapatılmıştır.
İstenilen kararın verilmesi için mahkeme açılan, istenilen, karar
verilmediği için kapatılan 12 Mart dönemi olağan yargıyı kurumsallaştırma
noktasında ileri bir adım olarak tarihe kaydedilmiştir.
12 Eylül 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet
Komutanları (5’li Çete) Darbe yaparak yönetime el koymuşlardır. Yükselen
toplumsal muhalefet, burjuvazinin yönete- meme krizi, emperyalist destekle
darbe yapmanın başlıca gerekçeleridir.
Yönetimi Milli Güvenlik Konseyi devralmıştır. Bu konsey 1 Numaralı bildiriyle bütün ülkede sıkıyönetim ilan etmiştir.
Sıkıyönetim rejiminin tahkim edilmesi amacıyla birçok düzenlemeler yapılmıştır.
-1402 sayılı yasada esaslı değişiklikler;
-Jandarma Kanunu ve PVSK’da düzenlemeler yapılmıştır.
12 Eylül 1980-1983 yılları arasında sadece Sıkıyönetim Kanu- nu’nda 15
kez değişiklik yapılması yoluna gidilmiştir.
-1983 yılında (daha önce kaldırılan)
Devlet Güvenlik Mahkemeleri 2495 Sayılı Yasayla yeniden kurulmuştur.
1980-1985 yılları arasında resmi rakamlara göre 650 Bin kişi gözaltına
alınmıştır. 1 Milyon 683 Bin kişi fişlenmiş 230 Bin kişi Sıkıyönetim
Mahkemelerinde yargılanmıştır. Bu yargılamalar sonrasında 939 kişiye 20 yılın
üzerinden, 630 kişiye de müebbet hapis cezası verilmiştir. Hakkında idam hükmü
verilenlerin sayısı ise 420’dir. 98 Bin 404 kişi hakkında örgüt üyesi olduğu
suçlamasıyla dava açılmıştır. Bunların 21 bin 164’ü örgüt üyesi olmak suçundan
hüküm giymiştir.
12 Eylül 1980 – 25 Ekim 1981 yılları arasında MGK,
25 Ekim 1981 – 14 Ekim 1983 Danışma Meclisi
6 Kasım 1983 tarihinde ise TBMM’nin onayladığı kararlarla 50 kişi idam
edilmiştir.
1979 yılında Orgeneral Haydar Saltık başkanlığında yapılan toplantıda
davaların toplu açılması talimatı verilmiştir. Bunun üzerine tüm örgüt ve
dernek davaları toplu açılmıştır.
19 Aralık 1980’de DİSK Davası açıldı. Bu dava kapsamında 1477 sanık
yargılanmış, sendikacılar hakkında 52 idam talep edilmiştir. Yapılan yargılama
sonunda DİSK’in tüm mallarına el konulmuş ve 5 milyon üyesi olan sendika
böylece bitirilmiştir.
Mayıs 1982’de Barış Derneği Davası
açılmıştır. Bu dava kapsamında 44 kişi tutuklanmış, yapılan yargılama sonunda
beraat kararı verilmiştir.
Ağustos 1984’te 59 kişi hakkında
Aydınlar Dilekçesi Davası açılmıştır. Yapılan yargılama sonunda tüm sanıklar
beraat etmişlerdir.
Davalar bunlarla sınırlı değildi. Dev-Sol, Dev-Yol, TKP/ML, MLSPB olmak
üzere silahlı sol muhalefete toplu davalar açıldı. Açılan bu davalarda;
Dev-Sol davasında 146,
Dev-Yol davasında 146,
PKK davasında 125
Sanık hakkında idam cezası isteniyordu, iddianamelere konu eylemleri,
her biri farklı bir Sıkıyönetim Mahkemesinde (İstanbul, Ankara ve Diyarbakır)
açılan davalarda bu talep şaşırtıcı bir benzerliğe işaret ediyor. Dev-Sol ve
Dev-Yol örgütleri için ‘Anayasayı silah yoluyla değiştirmeye teşebbüs etme’
suçlaması getiriliyordu. Bu suç TCK’da 146. Madde de düzenlenmiştir. Yine PKK
için uygulanması istenen suç isnadı ‘Ülkenin bölünmez bütünlüğünü ihlal’. Bu
suç da TCK’nın 125. Maddesinde düzenlenmiştir.
Sonuç olarak sadece farklı sıkıyönetim mahkemelerinde açılan
davalardaki talep benzerliği bile yargılamaların niteliğini göstermekte,
davaların hangi amaçla açıldığını kanıtlamaktadır.
12 Eylül yeni bir ‘yargı’ oluşturuyordu. Yargılamalar spor salonlarına
taşındı. Tutsaklar mahkeme salonlarında yargıçların savcıların gözü önünde
coplandı, tekmelendi. Kalem, kâğıt, kitap, dava dosyalarından yıllarca mahrum
kaldılar. Toplu davalar vardı ama sanıkların kendi aralarında konuşmaları
yasaktı. Tutsaklar avukatlarıyla hiçbir zaman asker olmaksızın görüşme yapamadılar.
Avukatlar gözaltına alındı, tutuklandı, sürgüne gönderildi. İstanbul Barosu
mühürlendi. İşkence gündelik yaşamın bir parçası haline getirildi. 229 kişi
gözaltında yahut hapishanede katledildi. 1982-1986 yılları arasında 9962 sanık
işkenceden yargılandı sadece 84 polise ceza verildi. Sadece Nisan 1981’de bu
tabloyu yaratan 1002 polis cunta tarafından ödüllendirildi.
Bu tablo karşısında yargıç ve savcılar küçük bir direniş dahi
gösteremediler. Hukuk Fakülteleri darbenin şefine fahri doktora vermek için
yarışıyorken Yargıtay Başkanı sorunlarını soran darbecilere tek bir
eksiklikleri olduğunu söylüyordu ‘makam aracı’. Oysa Kenan Evren’in kardeşim
dediği diğer darbeci Ziya Ül- hak’ın Pakistan’ında yargıçlar darbeye boyun
eğmeyerek topluca istifa ediyorlardı.
12 Eylül, açık devlet faşizmini kurumsallaştırmıştır. Ve
de bu noktada hukuk-yargı önemli bir işlev üstlenmiştir.
16.06.1983 – 16.06.2004 tarihleri arasında Devlet Güvenlik Mahkemesi
(DGM),
16.06.2004- 04.12.2004 tarihleri arasında 5190 Sayılı Yasayla Görevli
Mahkeme,
04.12.2004 – 02.07.2012 tarihleri arasında CMK 250.Madde İle Görevli
Mahkeme,
02.07.1012 tarihinden sonra ise TMK 10.madde ile yetkili Bölge Ağır
Ceza Mahkemesi adı altında faaliyet yürüttüler, yürütüyorlar.
DGM, 5190 Sayılı Yasayla Görevli Mahkeme ve CMK 250.Mad- desiyle
Görevli Mahkemeler aynı binalarda, aynı esas sayılı dosyalar üzerinden, aynı
güvencelerle sadece isim ve tabela değişiklikleri yapılarak faaliyet
sürdürdüklerinden aynı isim altında değerlendirmeye konu yapılmışlardır.
Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri için önceki mahkemelerin yeni isimle
dosyalara devam etmesi benimsenmemiş yeni atamalar yapılarak yeni bir mahkeme
kurulması yoluna gidilmiştir. Ve de eski mahkemeler ellerindeki dosyaları
bitirinceye kadar faaliyet sürdürmeleri yoluna gidilmiştir. Bunun kurumsal bir
tasfiye gibi görülmemesi gerekir. Yargıç ve savcılarda istenilen değişiklikler
sağlanmış, ancak buralar eski mahkemenin devamı olarak ele alınmıştır. Bu durum
yeni bir hukuki-siyasi yönelimle yeni bir mahkeme kurulması yoluna
gidilmediğinden tercih edilmiştir. Keza değişikliğin tek gerekçesi Başbakan’ın
MİT müsteşarını özel mahkemeden kurtarma isteğine dayanmaktadır.
Yine yeni kurulan mahkemeye temel teşkil eden mevzuat
aynıdır. Hukuksal koruma, dava/soruşturmadaki hukuk süjelerinin pozisyonlarının
devam etmesi (adeta özel yetkiliye yeni açılan daire) aynı
kategoride değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Esasında ilk özel mahkeme olan DGM 1973 yılında kurulmuş ancak
toplumsal muhalefetin eylemleri sonucunda 1976 yılında kapatılmak zorunda
kalınmıştı.
DGM’ler 12 Eylül 1980 Darbesinden sonra anayasal güvence içerisinde
16.06.1983 tarihinde yeniden kurulmuş 01 Nisan 1984 tarihinde ise resmen
faaliyetlerine başlamıştır.
Bu mahkemede görev yapan askeri yargıç varlığına 1999 tarihinde AİHM
kararları doğrultusunda son verilmiştir. Bu tarihten sonra mahkeme üyelerinin
tamamı sivil yargıçlardan atanmıştır. Her dönem önemli tartışmalara konu olan,
kaldırılması sürekli talep edilen bu mahkemelerin varlığına son verilmesi
yerine, demokratikleşme adı altında salt bir isim değişikliği yoluna gidilmiştir.
Böylece bu mahkemeler ikili bir işlevi görmüştür. Bir taraftan muhalifler
ezilirken, diğer taraftan demokratikleşme söylemine sürekli bir alet
bulunmuştur.
Bu mahkemeler bugün de TMK 10.Madde ile Görevli Bölge Ağır Ceza
Mahkemesi adı altında faaliyetlerini sürdürmektedir.
Bu mahkemeler kapsamında yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda özel
istisnai hükümler benimsenmiştir.
Savunma hakkını ve adil yargılanma hakkını ortadan
kaldıran
uzun gözaltı süreleri
uzun tutukluluk süreleri
müdafi ile görüşmelerde engeller
gizlilik kararı nedeniyle dosya
inceleyememe
infaz sürelerinde eşitsizlik, daha
uzun sürelerle hüküm infazı
ceza miktarlarının yarı oranında
artırılması
yakınlara haber vermeme
• özel hayatın ihlalini doğuracak koruma tedbirleri vb.
uygulamalarla yargılama yapılmaktadır.
Sendikalar, dernekler, siyasal partiler, avukatlar, gazeteciler, memurlar,
öğrenciler, işçiler, çevreciler vb. siyasal iktidara muhalefet eden herkes bu
mahkemeler tarafından yargılama konusu yapılmaktadır. Bu nedenledir ki Türkiye
dünyanın en büyük terör tutuklu ve hükümlüsünün bulunduğu ülkedir. Bu
mahkemeler siyasi iktidarın direktifi sonucunda soruşturma ve kovuşturmalar
yürütmektedirler. Hüküm bağımsızlığının genel olarak bulunmaması yanında bu
mahkemede çalışan hâkim ve savcıların adaletin gereklerinden ziyade devleti
koruma refleksiyle hareket ettikleri alan çalışmalarıyla tespit edilmiştir.
Terör mevzuatı nedeniyle onun sağladığı avantajlarla delil bulunmaksızın sadece
kanaatle ağır hapis cezaları verilmektedir.
İşin sonunda siz de bir ‘hüküm’ kuracaksınız. Siyasal olarak egemen olanın isteğinin ne ölçüde karşılandığı, ‘düşmanının’ ne kadar sindirildiği ve iktidarın ne kadar memnun edildiği elbette bugün önemli bir ölçüdür. Ama yıllar geçip, egemen yatağa düştüğünde bu ölçü değersiz kalacak. Sultan ‘Kanuni’ Süleyman’ın ölüm döşeğinde ‘Ebu Suud’un bütün fetvalarını benimle birlikte gömün ’ dediği rivayet edilir ve Ebu Suud’un da bu haber üzerine dövündüğü. Elbette Sultan’ın; ölümün kapıda olmasının verdiği gerçekçilikle, o güne kadar kendi isteklerine uygun verilmiş fetvaların din ve diyanetle de hukuk ve adaletle de ilgisi olmadığını bildiğinden, bu devri kendisi ile birlikte kapatmaya çalıştığı yorumu yapılabilir. Ama esas eğlenceli yorum Ebu Suud’un dövünerek söylemiş olduğu rivayet edilen şu söz üzerine yapılmalıdır: ‘Benim fetvalar orada onu kurtarır, ama beni orada (veya egemen artık gittiğine göre burada da) kim kurtaracak?
Avukatlar tarihsel saygınlıklarını ‘Aydın’ sıfatıyla
kazandılar. Bu, meşhur bir şiirde sözü edilen ‘Tarafsız’ aydındır.
“…Ben avukatım Kaba gücün yerine,
Merhameti, adaleti, hakkaniyeti koydum.
İnsanoğluna,
Diğerlerinin hakkına, mülkiyetine, hürriyetine saygıyı; Vicdan, ifade
ve toplanma özgürlüğünü ben öğrettim.
Haklı davaların sözcüsü;
Yoksulun, mazlumun, dul ve yetimin savunucusuyum
Çarşıda pazarda onuru sürdürürüm… ”55
Bu aynı zamanda, avukatlar tarafından en bilinen tarifte vurgulandığı
gibi ‘Bağımsız’ aydındır;
“Görevimizi yaparken, kimseye;
Ne müvekkile, ne hâkime, hele ne iktidara tabiyiz.
Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz
Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz.”56 [14][15]
Mesleğimizi yeniden inşa ederken, öncelikle ‘Geleneksel Ay- dın’ın bu
tarifiyle hesaplaşmalıyız. Açıkça söylenmelidir ki bu aydının kendisine
yüklediği, merhametli, mülkiyete ve ‘çarşının pazarın onuruna’ saygılı
tarafsızlık ve üst-alt tanımayan bağımsızlık, kapitalizmin öz çocuğudur.
Bu türden bir ‘iyilik’, burjuva devriminin ön kabullerine dayanır.
Hükümdarın keyfi yerine yasanın üstün olduğuna, ihtilafların silahla değil
yargıyla çözüleceğine inanılan; yoksullara ve çaresizlere acıma duygusuyla el
uzatılan; kölelik yerine ücretli işçiliğin, engizisyon işkencesi yerine hapishanenin,
gasp etme yerine icra takibinin, lonca yerine baronun, ilahiyat eğitimi yerine
ticaret eğitiminin geçtiği ‘Protestan Ahlakı’ ndan ibarettir. Elbette ihtiyaç
duyulan her anda işkenceden, gasptan, kölelikten kesinlikle vaz- geçilmediği de
ortadadır.
Aydınlanmanın yarattığı bu modern aktörün, insanlığın birikimlerindeki
rolünü küçümsemiyoruz. Ama eğer aydın olmaktan anlaşılan buysa, küresel ve
yerel ‘insani yardım’ hareketlerinde, üniversitelerde, derneklerde, vakıflarda
binlercesi ile karşılaşırsınız. Yerlerinde hiç durmaksızın seyahat eder,
acılarınıza ağlar ve rapor yazarlar. Kötülere kızarlar. Oysa kötülük,
acımasızlık ve sefillik insanlarda değil mülk edinmenin karakterinde yani
içinde yaşadığımız düzende, kapitalizmdedir.
Bir başka çağda, feodalizmden kapitalizme geçişte, geleneksel aydın
önemli roller üstlenmiş; eğitimi, bilgisi ve yapıcılığı ile saygı kazanmıştı.
Bugün düzen tarafından büyük oranda elinden alınmış bir saygınlıktan söz
ediyoruz. Bu saygınlıktan geriye kalan son çekicilik ise düzene rıza göstermesi
istenen yoksulların kandırılması işine tahsis edilmiş durumdadır.
Tarihsel olarak dikkate değer bulduğumuz bu rolü yapısal
olarak reddetmenin, geleneksel aydın kimliğini yıkarak aşmanın mümkün olduğuna
inanıyoruz. Avukata bu çağda gerçekten saygınlık kazandıracak olanı tarif
etmek, çağırmak ve hayata geçirmek göreviyle karşı karşıyayız.
BUGÜNÜN AYDINI/AVUKATI KİMDİR?
‘Burjuvazi şimdiye kadar saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan
bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim
adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi…’ [16]
Önümüzdeki yol ayrımı işte bu kadar keskindir.
Ya ünlü ‘bağımsızlığımız ve tarafsızlığımızla’ ücretli emekçisi haline
geldiğimiz parlamenter demokrasi ve burjuva hukukunun üstünlüğü için
çalışacağız; yani adli yardıma, merhamete, bahşişe, yasaya, uzlaşmaya inanan
‘iyi vatandaşlar’ olacağız yahut bunları bir kenara bırakıp önce ‘taraf’
olmakla kendimizi yeniden yaratacağız. Burjuvazinin çıkarlarını her şeyin
üstünde tutan ‘hukukun üstünlüğü/ hukuk devleti’ alanını sahiplerine terk edip,
ezilen halkların ve sınıfın çıkarlarına bağlanarak tarafımızı seçmenin zamanı
gelmiştir.
Pekiyi niye
bugün bir karar vermek zorundayız? Olağanüstü günler mi yaşıyoruz? Elbette
Hayır! “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde
yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih
anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü
hali yaratmak bize düşen bir görevdir.”[17]
Avukatlar olarak savunmaya hapsolmuş halimizi terk etmek
zorundayız. Burjuva mülkiyet, iş ve ceza adalet sistemleri tamamen çözülerek
ortadan kalktığı güne kadar savunulacak haklar, girilecek davalar, yoksulların
ve ezilenlerin imkânlarının genişletilmesi sorunu önümüzdedir; ancak bu
gündelik iştir. Avukat bir diğer yandan da zulme karşı mücadelenin başarısını
sağlamak için, aklıyla ve bedeniyle, direnenlerin yanında olmalıdır. Bu soyut
bir taraf oluş değildir. Örgütlü, direngen ve kararlı bir politik tercih yapma
durumudur. İşte bu ‘Devrimci Avukatlık’tır.
Ezilen sınıfların ve halkların mücadelesini geliştirmeye hizmet etmeyen
hiçbir bilgi, eğitim veya duyarlılık bizi geleneksel aydının ötesine
taşımayacaktır. Akademiden medyaya kadar, bilgisinde ve eğitiminde en küçük
bir eksiklik bulunmayan binlerce kadro, doğrudan sistemin bekası için çalışmaya
ve kendi halklarına düşmanlık etmeye ikna olmuştur. “Biz o kadar savrulmayız” diyenler için geriye kalacak olan da sistemde reformlar yapılmasını
sağlamaya ve egemenlerden ezilenler için merhamet dilenmeye yetecek türden bir
aydın ahlakıdır. İşte bize yetmeyen budur.
Yoksulların davalarına ücretsiz bakan avukat, yoksulları ücretsiz
tedavi eden doktor, yoksul öğrencilere burs bulmaya çalışan öğretmen iyilik
yaptığını düşünmektedir. Yoksulluğu yaratan düzen ile mücadele etmek yerine
sonuçları ile uğraşıp duran, böylece bir yandan da düzeni meşrulaştıran
geleneksel aydın, yaptığı işi sürdürebilmesinin yolunu ancak bu düzende gördüğü
için, ayaklarından prangalanmıştır. Bu geleneksel aydının temel çelişkisidir.
Merhametin yerine hak talebini, sömürülene acımanın yerini sömürene
düşman olabilmeyi, açlara sosyal yardımda bulunmak yerine onların yanında
mücadele edebilmeyi, uzaktan endişelenmek yerine onlarla örgütlenmeyi başaran
Devrimci Avukat, halkların örgütlü mücadelesinin bir parçası olduğunu, hukuk
düzenine değil siyasal mücadele alanına ait olduğunu bilir.
Bu yalnızca zulmü ve adaletsizliği açığa çıkarıp teşhir etmekle
yetinmeyen, dengeleyici ve acıyı azaltıcı hayallere boğulmaktan- sa, çözümü
topyekûn ve nihai bir mücadelenin parçası olmakta arayan gerçek aydın
tutumudur.
Bu bir bedel gerektiriyorsa ödeyeceğiz. Onur ve mücadele
inancı bunu gerektiriyor.
HAPİSHANELER VE AVUKAT ROLÜ
Bugün tutsağız.
Artık çok daha iyi ve tamamen kavradığımız gibi; dünyanın her yerinde ve döneminde -eğer içeri girmeyi başarabildiyse- avukat, hapishane koşullarının iyileşmesinin güvencesi ve imkânıdır.
Dolayısıyla hiç değilse mesleğini yürüttüğü kentte kurulmuş hapishanelerde
işkence, tecrit, imha sürerken hapishaneye düzenli gitmeyi külfet kabul eden
bir avukatın kendisine ve mesleğine saygısını koruyabilmesi mümkün değildir.
Polis infazlarıyla mücadele ederken polis tarafından katledilen,
gözaltı takibi yaparken gözaltına alınan, tutuklanan, işkence gören,
mahkemelerde mücadele ederken yargılanıp hüküm giyerek meslekten çıkarılan,
gerektiğinde katliamlar karşısında ölüm orucuna başlayabilmiş avukat pratikleri
bu mesleğin onurudur. Sadece anılarını veya pratiklerini değil bir bütün olarak
mücadelelerini sahiplenerek çoğalttığımız bu geleneğin avukatlık mesleğinin
çıtasını yükselttiği yer, geleneksel bir miras olduğu kadar bir hedef olarak
önümüzde durmaktadır.
Aile ve arkadaş görüşlerinin sınırlandığı, disiplin uygulamalarının tüm
infaza yayıldığı, iletişimin, mektubun, kitap ve basılı yayına erişimin
imkânsız hale getirildiği bu koşullarda tecridi kırabilecek yegâne muhalefet
öznesi avukattır.
İnfaz Hukukunu ve itiraz şikâyet yollarını etkili bir biçimde işletmekten,
doğrudan görüş yapabilmeye, kamuoyunu bilgilendirmekten, basının ve halkın
ilgisini hapishanedeki hak ihlallerine yoğunlaştırmaya kadar geniş bir çalışma
alanı düzenli ve sürekli avukat çalışması gerektirmektedir.
Otuz yıla varan pratiğimiz, ciddi ve yaratıcı avukat ilgisinin, faşizmin
en sert müdahalelerine konu olan hapishanelerde hayat kurtarabildiğini
göstermiştir.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarının kabul edilemez
koşulları ile mücadele, hasta tutuklu ve hükümlülerin tedavi, bakım ve tahliye
haklarının korunması ancak titiz bir avukat çalışması ile mümkündür. Hapishane
Devrimci Avukat pratiğinin en önemli çalışma alanlarından birisidir ve korkarız
uzunca bir süre öyle kalacaktır.
NASIL BİR ÜLKEDE, NASIL BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ?
Emperyalizmin açık işgal politikalarının en yoğun olduğu coğrafi bölgedeyiz.
Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkaslar ya sürekli bir açık işgal, savaş
yahut sürekli askeri tehdit altında tutuluyorlar.
Latin Amerika’ya yönelen saldırganlık, savaş tehdidi hiç bitmiyor, halk
hareketleri yükseldikçe tehlike ve saldırı ihtimali artıyor. Avrupa, ‘Göçmen
Düşmanlığı’ndan ‘Terör Hukuku’na boğazına kadar baskı ve saldırganlığa
gömülmüş durumda.
Emperyalist çıkarlara karşı en küçük bir direnişin kabullenileme- diği,
direnenin ‘terörist’ tanımıyla her türlü kazanılmış hakkın dışına itildiği;
vatandaşlık ve hatta insanlık statüsünü dahi kaybetmekle tehdit edildiği
(unperson) günler yaşıyoruz.
Kara listelere alınan ülke ve örgütler ‘önleyici savaş doktrini’;
‘anti-terör hukuku’ gibi kavramsal rejimlerle sürekli askeri tehdit hedefi
haline getiriliyorlar.
Evet, biz bu ülkede açık bir işgalin konusu değiliz. Karşılığında her
gün açık askeri işgal altında bulunmamayı yüceltip, ulusal devlete bu nedenle
bağlılık talep eden bir milliyetçilik dayatılıyor bizlere de. Devletin hukuksal
alandaki tekelini, mahkemelerini, gümrüklerini, kolluğunu, sembollerini,
siyasal bağımsızlık sanma hatası son derece yaygın. Oysa en yalın tanımıyla Yeni-Sömürge bir ülkede yaşıyoruz.
Emperyalizm bir dış tehdit yahut askeri işgal olmanın dışında içselleşmiş
durumda. Sözde yerel, bağımsız ve ‘bizim’ olan devlet ile mücadele etmeksizin
entegre olduğu emperyalizmle mücadele etmek artık imkânsız hale gelmiştir.
Tahsis edilmiş olan askeri üsler, tahkim ve benzeri
hukuksal ayrıcalıklar, sıcak paraya muhtaç ve piyasa yönlendirmelerine açık
halde tutulan bağımlı pazar; birçok ülkede olduğu gibi burada da hükümetlerin
emperyalizmin kontrolü altında tutulmasına yetiyor. Tamamen bağımlı NATO
ordusunun ise zaten hem içeride hem dışarıda emperyalizmin çıkarlarını korumak
dışında işlevi yok.
Bağımsız ve ileri yanlarını geliştirmesi engellenmiş halka tüketim kültürü,
bireysellik, fuhuş, kumar, yozlaşma, vurdumduymazlık dayatılıyor. Bir tür
devlet dini olan ve Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolünde iktidarın
meşrulaştırılması dışında hiçbir sosyal başarısı bulunmayan İslam modeli, biat
etmenin ve razı olmanın yaygın kültürel formu haline getirilmiş durumda.
Bırakın siyasal örgütlenmeyi sosyal dayanışmaya bile tahammül edemediği için,
devlet destekli bir cemaat/ yardım/ sadaka ağı içerisinde yoksulluk örgütlenip
kalıcı hale getiriliyor.
Pazarı açık tutabilmesinin bir ödülü ve zorunlu sonucu olarak iktidarın;
her türden halk muhalefetini en acımasız biçimde bastırmasına göz yumuluyor
destek veriliyor.
İşçilerden gecekondu halkına, işsiz yoksullardan üniversite öğrencilerine
kadar kim mücadeleyi yükseltirse faşist askeri cuntadan, sıkıyönetime,
olağanüstü halden sözde ‘parlamento demokrasisine’ kadar her türlü imkân ve
görüntü altında bastırmak normal kabul ediliyor.
SONUÇ OLARAK
Sokrat, haksız olduğunu bildiği cezadan imkân varken kaçmamasını, sitenin ve yasanın ‘anlamlarının’ görebileceği zarardan
duyduğu korkuyla açıklamıştı. Haksız bile olsa cezanın yerine getirilmemesinin,
yasa kavramının değerinde ve sitenin yaşamında yaratacağı ‘belirsizlik’ ve
‘düzensizlikten’ tiksiniyordu. Adı sitesinden çok yaşadı.
Oysa biz yasanın sözde değerinden değil ta kendisinden; yani bizzat bu
aynı anda sırıtkan ve somurtmuş varlıktan, bu Janus gibi ikiyüzlü kelleden tiksiniyoruz. Sadece Hukuk Devleti’nize değil,
aynı zamanda onun varlığının sahip olduğunuz her neyin devamı için şart
olduğunu zannediyorsanız, işte ona da inanmıyoruz. Dolayısıyla bizden aynı
Sokratik jesti beklemeyin.
İstikrâr size ve patronlarınıza lâzım, asla aynı gemide
değiliz ve hiç olmadık. ‘Aman hukuka bir zarar gelmesin, yargı zedelen
mesin,
devletin itibarı sarsılmasın, borsa düşmesin, faiz yükselmesin!’ benzeri saçmalıklar için söylenebilecek güzel sözlerin hepsi bizden
önce söylendiği için sadece birisini hatırlatmakla yetinelim;
Yani diyor ki büyük şair; Nuh tufanının sebebi zulüm ve kötülüklerin
seliydi, bu zulüm ve kötülüklerin sahipleri de beladan kur- tulamasınlar.
(Zaten kurtulamadılar da) Zalimlerin evleri köpük gibi (mânend-i hubâb) kendi
çıkardıkları sele kapılıp gider, ama dünyayı tufan alsa, mazlumun bundan bir
derdi, zararı olmaz. Ne güzel söylemiş. Dünyanız yansa içinde bizim
‘yorganımız’ yok anlayacağınız.
Mazlumların iktidar talebine gelince; mesele aynı, ama bu sefer fırsat
değişik! Yani yine tufandan korkmayız, çabalarız boş da durmayız. Başkan
Mao’nun tekrar etmekten büyük zevk aldığı (sıkça tekrarladığı) bir Çin
Atasözündeki gibi: “Kargaşada Tanrı fakirden yanadır!” Elbette iktidara talibiz ve onu mutlaka alacağız.
Anayasa, yasa, hak, hukuk, yargı, polis, kural, kanun, güvenlik,
istikrar, hükümet, parlamento… Çürüttüğünüz hiçbir şeyi artık saklamayın;
ister yiyin ve kusun, ister yakın ve dumanını ciğerlerinize çekin. Hiç birisi
işimize yaramaz, sizin de işinize yarayacağı gün sayılıdır. Onların yerine ‘Ekmek, Adalet ve Özgürlük’ arıyoruz. Hepsi bulunacak ve eğer yoksa da bu yürüyüşte ayrı
ayrı yaratılacak.
Bizim öykümüz, sıradan avukatlıktan, siyasi ceza davası
avukatlığına uzanan ve devamında ‘devrimcilerin avukatlığını’ yapmaktan bugün
severek ve inanarak savunduğumuz tanımıyla ‘Devrimci Avukatlığa’ geçişin
öyküsüdür. Bu gelenek, paylaşılmayı,
çoğaltılmayı ve
kitleselleşmeyi hak eden otuz yıllık mücadelenin adıdır.
Bir şeyler
değişmedi mi bu otuz yılda? Değişmiyor mu? Aynı bedeller ödenmek, benzer
sıkıntılar çekilmek zorunda mı: Evet!
“ (■■■)
çiğdem cefaya katlanır alışmıştır kendi yeşiline
haklıdır
bakımsızdır yağmurun altında durmadan günü değişir
hoş olsun
bütün verdikleri aldıkları şu çiçeklerin gül susar çiğdem uyanır tüfek başlar
konu değişir
hep böyle süreceği sanılır bu gül hikâyesinin
hep böyle sürer gerçi amma bir gün sonu değişir ”130
Gül’ün hikâyesinin sonu elbette bir gün değişecektir.
Biz şimdilik, bir
metnin sonunda bu güne kadar söylenmiş en anlamlı sözü tekrar ederek
bitirelim:131
Av. Reşat Yozok- AA yön. Kur. üyesi Av.
Tayfun Korali- Darülaceze müdürü (…)
[13] ‘Birkaç ayda bir kafası kızdıkça yeğenine dava açan Veli Sayın her
hafta avukatın yazıhanesine gelip ‘ayağını kıçının altına alıp’ kahvesini ve
sigarasını içerek avukatı lafa tutar. Avukat Nihat davayı kazanamayacağını
söylemesine rağmen Veli Sayın diretir: ‘ sen koskoca avukatsın, şu cahil
Hüsnü’nün hakkından gelemeyecen mi? İki ay olsun dama tıktırmıcen mi? Şu
hayırsızı’ der. ‘Tıktıramam ‘cevabına rağmen yine önemsiz bir atışma nedeniyle
davayı açmasını ister. Avukatın bu ısrarının nedenini öğrenmek istemesi üzerine
sonunda dayanamaz baklayı ağzından çıkarır:
‘…Daha açık söyletmesene beni. Kış
günü, Gölcük’ten mahkemeye yaya gelsin gitsin, o da ona ceza o da yeter..
Kurtuldum diye oh dedirtir miyim ben ona? Sen aç davayı, burnu sürtülsün
deyyusun..’ Yağmurlar ve Topraklar.